Asrın idrâki sustu...
Merhum Mehmet Âkif'in yüzyılın başında 'asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı' diyen sesi, yıkılan bir imparatorluğun çatırtıları arasından yükseliyordu. Yani Osmanlı münevverleri imparatorluk yıkılırken bile bir yenilenmenin, bir gelişmenin derdindeydi.
Asrın idrâkine İslâm'ı söyletmenin zeminine Batı'nın son yüzyılda kat'ettiği ilmî, fennî, teknolojik ve idârî ilerlemesini oturtuyordu Âkif. O dönemin 'İslamcılık' fikrinin temelinde, yenilenme yani tecdit, yani İslâm'ı bir bütün olarak 'yeniden' hayata hâkim kılmak ve yine Batı'dan ithal bir kavram olan 'akılcı' bir metotla müslümanları Batı sömürüsünden kurtarmak, esâretten, taklitten, hurâfelerden temizlemekti.
Batı'nın reformizminin karşlığı bulunmuştu:
Tecdit, yenilenme...
Meselâ Musa Carullah, "İnsanlık gelecekte bugünkü durumundan daha iyi bir hâlde olacaktır" derken, buna inanıyordu, çünkü aksi hâlde terakkînin ve gâyenin bir mânâsı kalmayacaktı.
Nâmık Kemal, "İstikbâlimiz emindir, çünkü 'zamanların değişmesiyle hükümler de değişir' kaidesince dünyadaki gelişmeleri idrake memur olduğumuz için bize göre geçmişe dönme veya halde durma câiz değildir".
Şehbenderzâde de aynı dönemde hemen hemen aynı şeyleri söylüyordu: "Hayat yenileşme demektir. Bir hâli muhafaza fikriyle hayat fikrini birleştirebilmek için kara cahil ve tamamıyla gâfil olmak icab eder. Tekâmül kanunu, zaman ve muhitin değişiklikleri şahıslar gibi cemiyetleri de ıstıfaya mecbur kılar. Bu mecburiyetten kaçınmaya kalkışmak fikrî duraklamadır ve evvelâ hastalığı sonra da ölümü doğurur".
Sait Halim Paşa'nın görüşleri de pek farklı değildi. "Batı medeniyetinden istifade teşebbüslerimizin hezimetle neticelenmesine rağmen şunu da itiraf etmeliyiz ki, millî terâkkimizi temin etmek için, o medeniyetten büyük ölçüde faydalanmaya mecburuz. Şu hâlde bizim de şimdiye kadar takip etmemiz gereken yol, Avrupa medeniyetini millîleştirmek, yani mümkün mertebe muhitimize ısındırmak olacaktı. İşimiz, medeniyetimizin gelişmesi için gerekli ve ona uyabilecek olan şeyleri Batı'dan alarak kendimize tatbik etmekten ibaret olmalıydı".
Bu uzun iktibasları meselenin tarihî seyrine temas edebilmek için buraya aktardım.
Bu fikrî cereyanların sınıflandırıldığı da bir gerçek. Gelenekçi muhafazakârlar/ modernistler/orta yolcular/modernizme karşı olanlar.
Bugün de başka isimlerle benzer temâyüllerin toplumun içinde barındığını biliyoruz. Fakat, bugünün dünden bir farkı var; bugün onlar kadar düşünemiyoruz, üretemiyoruz ve konuşamıyoruz.
Demokrasi, sekülerizm, laiklik, hukuk devleti, insan hakları gibi Batı'nın ürettiği kavramlar hakkında gerçekten biz ne düşünüyoruz?
Düşünmüyoruz. Biz hiçbir problemimizi Batılı gibi çözmüyoruz, demokrasiyi problemlerimizi çözme metodu olarak idrak etmiyoruz. Demokrasi bizim devlet aklı için, devlet katında görmek istediklerini iktidara taşıdığı müddetçe kutsal bir rükûn, aksi olduğunda ise tecâvüz edilen bir azize hükmünde.
İnsan hakları, bizim devlet aklının tayin ettiği haklar manzumesi, fıtratın bu hakları belirlemesi, tayin etmesi mümkün değil. İktidar aklı, insan haklarını gücüyle doğru orantılı olarak lûtf'ediyor. İktidar güçlendikçe insan hakları kısıtlanıyor.
Parti içi demokrasi uygulamalarımız da tek parti dönemine rahmet okutturacak cinsten!
Nereden tutsak elimizde kalıyor!
Bırakın bugün asrın idrâkine İslam'ı söyletmeyi falan bir kenara, İslâm'ın en temel kavram ve değerlerinden söz etmek bile çok büyük bir abes hâlini alıyor! O en temel kavram ve değerlerin bile yaşama alanı daraldıkça daralıyor. Osmanlı'nın son yüzyılında hayat alanı bulmakta zorlanan yobazlık, ilkellik ve hurâfeler sarıyor etrafımızı. Sarıklı ve cüppeli cehâlet metastas yaparak yayılıyor, üstelik aynı cehâlet en tepeden başlayarak devlet katlarını sarıyor, sarmalıyor...
Ve ne yazık ki, bugün ne Âkif'imiz var, ne Şehbenderzâdemiz, ne Nâmık Kemal'imiz, ne Said Halim Paşa'mız!
Koskoca bir imparatorluğun yıkılışının çatırtıları arasından yükselen o yenilikçi sesleri bugün duyma imkânımız yok!
Siyasal İslâm yalnızca devleti çürütmüyor. Zihinleri, idrak melekelerini, medeniyet telâkkîmizi, uluslararası itibarımızı, binlerce yıllık kültür tarihimizi de çürütüyor.
Tam anlamıyla bir tefessüh, çürüme dönemi yaşıyoruz.
Müslümanlık, sakal, sarık, cüppe ve tenâsül hayatı arasında her geçen gün itibarsızlaşıyor.
Mesele yalnızca siyâsî değil, ya da gelecek dönem siyâsîlerinin meselesi yalnızca sandıktan çıkmak değil, daha köklü problemlerle karşı karşıya Türkiye.
Mehmed Âkif'e rahmetle...