Arabî ile nereye kadar?
Söze bugün de, “Arabî’nin derinlik ve genişliğine ve ’evliyanın tasarrufuna’ inandığımızı” hatırlatarak başlamak istiyorum. Çünkü o Arabî ki, Edison bile kendisinden “Üstat” diye bahsetmiştir ve Ahmet Bin Hanbel gibi bir mezhep âlimi bile, “Benim kadar bilgisi yok” gururuna kapılmamış, gitmiş, Bişr-i Hafi’den “Allah aşkını” talim etmiştir.
Amma nereye kadar?
Meseleyi mümkün olduğu kadar özetlemeye çalışacağız.
Efendim, Arabî, “Fütûhatü’l Mekkiye’yi bana Hz. Muhammed yazdırdı” diyor ve ekliyor:
“- Bunu yayınız!”
Bu ne demektir?
Bu, “Ben bu kitabı vahiy yoluyla yazdım!” demektir. Kur’an Allah resulüne Cebrail vasıtasıyla nazil olmuştur. Hz. Muhammed, Cebrail’den üstündür. Böylece Arabî’nin Mekkiyesi Cebrail’den de üstün olan Hz. Muhammed (s.a.v)’in aracılığıyla, hem de, “Bunu yayın” talimatıyla vücuda getirilmiş gibi olmuyor mu?
Hâşâ Kur’an ve Sünnette eksiklik kaldı da onun için mi Allah (c.c.) ve Resulü (s.a.v) Arabî’ye Fütûhatü’l Mekkiye’yi kaleme aldırdı?
Bu sorunun cevabı Maide suresinin 67’nci âyetidir:
“- Ey şanlı Peygamber! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır!”
Araf suresinin 6’ncı âyetinde Allah (c.c.) tebliğ görevlerini tastamam yerine getirip getirmedikleri konusunda Peygamberleri de sorguya çekeceğini bildirdiğine göre Allah’ın dininde bir eksiklik düşünülebilir mi? Hem Allah (c.c.) değil mi, “Dininizi kemale erdirdim (Maide,3)” diyen.
Konu birkaç kitaplık bir konu.
Diyelim ki, hiçbir peygamber mesajının ulaşmadığı bir yeryüzü köşesi ve orada küçük de olsa bir topluluk, yahut bir kişi var. O kişinin ahretteki durumu ne olacaktır? Bu soruya Arabî’nin cevabı, “Allah ahret yurdunda o tür kişilerden oluşan topluluk için bir peygamber gönderecek, o peygamber o kişilere tebliğini yapacak, bu tebliği kabul edenler cennete alınacak, etmeyenler cehenneme atılacaktır!” şeklindedir.
Biz Arabî’nin bu görüşüne katılabilir miyiz?
Hani Hz. Muhammed “Hâtemü’l Enbîyâ” idi. Nitekim İmam Rabbani, “Ahret yurdu teklif yurdu değildir” diyor, doğru söylüyor.
“Keşif” ve “Rüya” halleri için kendisi de bir tasavvuf büyüğü olan İmam Rabbani bakınız ne diyor:
“- Akıl, vehim, hatta keşif ve müşahadelerle bilinenlerin tamamı, ister âfâkî olsun, isterse enfüsî olsun masivaya dahildir. Hepsi eğlence ve oyun kabilinden şeylerdir.(..) Bil ki, hakikatin yanında tarikatın bir kıymeti yoktur.”
Velhasıl rüyâ ve keşif ile amel olunmaz.
Çünkü insan şeytanın fitnesinden velî de olsa masun değildir..
Deniyor ki, şeytan rüyada da olsa Hz. Muhammed’in suretine bürünemez ve nice Allah dostları rüyalarında Hz. Muhammed’le istedikleri kadar görüşebilirler. Biz buna iki noktada itiraz ederiz. “Allah dostları” Hz. Peygamber veya resmini dünya gözü ile gördüler mi? Görmediler. Peki şeytan herhangi bir şekle bürünüp ben O’yum diyemez mi? Nitekim, Geylani’ye “Ben senin Rabbinim” diye seslenmedi mi? Arabî, kendisine yüzlerce kitap yazdıracak kadar Hz. Muhammed’le görüşebiliyor amma Hz. Ömer (r.a.) Kur’an-ı Kerim’i bir araya getirirken niye istişare üstüne istişare yapıyor da niye meseleyi Hz. Muhammed’le görüşerek çözmüyor? Yahut annemiz Hz. Aişe (r.a) Cemel gailesinde niye sevgili eşi Hz. Muhammed’le rüyasında istişare etmedi de sonunda pişman olacağı tarafı seçti?
Evet, ehliyet için bile usta bir sürücü ile trafiğe çıkmak gerekiyor ve elbette Allah aşkını talim için bir Allah dostunun terbiyesi olsa iyi olur amma nereye kadar?
Onu da tabii ki Allah Resulünden öğreneceğiz. “- Kızım Fatıma, Allah’ın elinden nefsini satın al! Babam peygamber diye güvenme! Vallahi senin için de yarın bir şey yapamam!”
“Allah’ın elinden nefsini satın almadığın” yani Hz. Muhammed gibi yaşamadığın sürece, Peygamberin kızı için yapamadığını kim senin için yapabilir ki!