Anlam aramanın anlamı! (14 Ocak 2015)
Siyaset, günlük gündem derken insanlar yaşamın anlamını ıskalıyor. Halbuki yaşamın bir anlamı ve içeriği yoksa yaşam da yoktur. Bu manada evrende anlam diye bir şey yoktur, ya da “yaşamda büyük amaç aramak saçmalıktır” diyenler büyük bir yanlışı, doğru okumaya çalışanlardır. Bu nedenle Albert Camus “Hiçbir şeye inanılmıyorsa, hiçbir şeyin anlamı yoksa, hiçbir değere ’evet’diyemiyorsak, her şey olanaklıdır, her şey önemsizdir” diye yazar. O da Dostoyevski gibi ’anlam yoksa her şeye izin vardır’, demiş olmaktadır.
Kaldı ki evrenin bizzat kendisi başlı başına bir anlam alanıdır. Onu anlamak, anlamlandırmak ve idrak etmek gerekirken görmezlikten gelmek korkaklıktır. Yaşamak gerçekte anlam aramak anlamına gelir.
Ruhunu vestiyerde unutan günümüz insanının anlam karşısındaki durumu gittikçe daha vahim bir hale bürünmektedir. Küreselleşme insan yaşamını kolaylaştırmaya katkı sağlamıştır, ancak insanların anlam ve amaç edinmelerini engelleyerek de sağladığı katkıdan daha büyük kötülükler üretmiştir. Küreselleşme, şartları denetleyecek araç sayısını artırdıkça, amaç konusundaki yoksunlukları da o oranda artırmış olmaktadır.
Küresel gelişmeye rağmen insanın yaşamda, eylemde ve inançta anlam arayışı giderek artmaktadır. Bilindiği gibi anlamsızlık insanı intihara, uyuşturucuya uygun kriminal bir vaka haline getiren en büyük faktördür. Bu bağlamda intihar; anlamsız bir var oluşu anlamlı bir yok oluşa tercih etmek demektir.
Anlamı ticari bir meta haline çevirmek din ve ekonomik aktörlerin görevi olmuştur. Bu anlamda misyoner ve tüccarların her şeyden daha çok anlam sattıklarını söylemek mümkündür. Onlar, insanların yalnızca ekmeğe değil, belki de ondan daha da çok bir anlama ihtiyaç duyduklarının herkesten daha çok farkındadır.
Bu yüzden de kimisi çıkarını anlamlı kılarak siyasetini; kimisi inancını anlamlı bir ihtiyaç haline getirerek dinini; kimisi de ürününe anlam yükleyerek malını satar. Aslında hepsinin sattığı da bir yaşam biçimidir. Sonuçta hepsi yaşamaya değer sözde bir anlam satmış olur. Söz gelimi; misyoner yalnızca inanç satmaz, gerçekte dünyayı, var oluşu ve kâinatı yorumlama biçimini de satar. Onlar gerçekte yalnızca anlam satarlar. Dinden önce kavram pazarlayan misyoner, görevini anlam gibi sarsılmaz bir değere büründürerek insanlara sunar.
ABD’nin otomobil devi, dünyanın her yerinde otomobil satar. Ama bu otomobil üreticisi, sattığı ürünün otomobil değil de birliktelik, dostluk ve konfor olduğunun farkına vardırır. Aslında tüccarın pazarladığı da birliktelik, dostluk ve konfor maskesine bürünmüş anlamdır. Satılan gerçekte otomobil değil, anlamdır. Çünkü genel geçerli pazarlama anlayışına göre otomobil, bireyi ve yaşamını anlamlı kılmaya yardımcı olmaktadır.
Kimileri hayallerini, ütopyalarını ve hikâyelerini sattıklarını söylerler. Ülkelerin en güçlü hikâyelerle korunacağını düşünenler, ancak “daha güçlü” hikâyelerle ülkelerin zapt ve işgal edilebileceğini savunmaktadır. Satılanlar gerçekte hikâyeye bürünmüş anlamdır.
Çıplak yaşamından başka kaybedecek bir şeyi olmayanları, yaşama bağlayan faktör nedir? Bu faktörlerin başında yaşama yüklenilen anlam mı gelmektedir? Kaybetme korkusu mu, değerlerini muhafaza etme tutkusu mu, insanı yaşama daha çok bağlar? Sorunun doğru cevabı çıplak yaşamından başka kaybedecek bir şeyi olmayanların, cüretkârlıklarını açıklar niteliktedir.
Sükûnet, huzur ve konfor içinde olanların ruhu daha mı onurludur? Yoksa tam aksine Tolstoy’un dediği gibi “huzur, ruhun şerefsizliği” midir? Acı ve ıstırabın anlam karşısındaki konumu nedir? Franklin’in söyledikleri bu soruların cevabı olabilir mi? O, “Yaşamak acı çekmektir, yaşamı sürdürmek, çekilen bu acıdan bir anlam bulmaktır” der. İşin özü anlam yaşama tutunmanın daha doğrusu yaşam enerjisinin ta kendisidir.