Metropoll Araştırma Şirketi’nin geçen hafta 26 ilde 1288 kişiyle yaptığı ankette liderlerin sıralaması ortaya çıktı. Kasım 2019’daki aynı ankette dördüncü gözüken Akşener, Mayıs 2020’de ikinci sıraya yerleşerek Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’yi geride bıraktı.
Siyaset erken seçim tartışmalarıyla ısınırken İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in “cumhurbaşkanı adaylığı” da gündeme geldi.
İşte Akşener’in Cumhuriyet'ten İpek Özbey'in sorularına verdiği gündeme dair çarpıcı yanıtlar:
- Son ankette ikinci sırada gözüküyorsunuz. Nasıl okudunuz bu sonucu?
Elbette böyle anket sonuçları görmek mutluluk verici. Çünkü böyle çalışmalar bize siyasetimizin, emeklerimizin, milletimizle kurduğumuz bağın, diyaloğun karşılık gördüğünü gösteriyor. Milletimizin ilgisi arttıkça daha çok çalışmak için motive oluyoruz. İktidarın milletine gözünü, kulağını, gönlünü kapadığı bir dönemde milletimizin yükselen sesi olmak için şevkimiz artıyor. Daha önce de dile getirmiştim, ben yaşadıklarından ders almayı, çalışmalarının merkezine koyan bir siyasetçiyim. Siyasette veriye, analize, vatandaş geri bildirimleri ve iç görülerine büyük önem veriyorum. 16 Nisan referandumundan, 23 Haziran, 31 Mart ve 24 Haziran seçimlerinden önemli dersler çıkardım, şimdi de bunlar doğrultusunda hem ben hem partili arkadaşlarım adımlar atıyoruz. Ama bence buradaki en önemli soru; bu anketlerden, alınan seçim sonuçlarından iktidar hiç ders çıkarıyor mu?
- Çıkarıyor mu?
Pek öyle gözükmüyor. İktidar, milletin sorunlarını çözmek bir yana, ne zor şartlarda yaşadığını bile görmüyor. İktidarın, şahsi bekasının derdine düştüğü, salgın başlayana kadarki son dönemde, ben ve arkadaşlarım sahadaydık. Vatandaşımızın ayağına gidiyorduk. Esnafın, işçinin, memurun, emeklinin, işsizin dertlerini, sıkıntılarını bizzat kendilerinden dinledik. Vatandaşın şikâyetlerini ve dertlerini, Meclis’teki grup toplantılarımızdan iktidara aktardık. Bunun yanında, Covid-19’dan beri gazeteler, televizyonlar ve sosyal medya mecraları aracılığıyla hem vatandaşımızın dertlerini hem de çözüm önerilerimizi anlatabilmek için yoğun bir çaba içindeyiz. Sahada vatandaş ilgi gösterince medya da ilgisiz kalamıyor. Bu da bizi daha görünür kılıyor, sesimizi duyurmamıza imkân veriyor. Ama iktidar az önce bahsettiğim dersleri çıkarmıyor olacak ki, beni ekrana çıkaran kanallara ceza vermeye başladı. Bizi duyan vatandaş, kendisi için dertlenen, meselelerine çözüm üreten, iktidarı uyaran, gerçek bir muhalefetle tanışıyor. Arkadaşlar bundan rahatsız olmuş olacaklar ki, biliyorsunuz en son, kısıtlı sayıda yapabildiğimiz televizyon programlarından biri olan Fatih Altaylı ile Teke Tek ve HaberTürk’e RTÜK üzerinden büyük bir ceza verdiler. Düşünebiliyor musunuz Sayın Fatih Altaylı’nın söylediği bir atasözünü bile anlamından çıkararak ceza verebiliyorlar. Varsın onlar ekranları kapatsın; hele şu korona salgınını milletçe sağ salim atlatalım, Türkiye’yi ilçe ilçe, köy köy gezmeye kaldığım yerden devam edeceğim. Ama anlamadıkları, anlamak istemedikleri bir şey var, biz bu engellere artık alıştık. Milletimizi hak ettiği mutlu, zengin ve güçlü bir Türkiye’ye kavuşturmadan yolumuzdan ayrılmayacağız. Güneş balçıkla sıvanmaz ve gerçeklerin er ya da geç bir gün ortaya çıkma gibi iktidarın hiç hoşlanmayacağı bir huyu vardır...
- Anket sonucu hemen akla “Akşener cumhurbaşkanı olur mu” sorusunu getiriyor. Böyle bir planınız var mı?
(Gülerek) Bunları seçim gündeme gelsin, o zaman konuşuruz.
- Seçim sisteminde bir değişiklik söz konusu olur mu? Kulislerde iki turlu CB seçim sisteminin tek tura indirilmesi konuşuluyor.
Kulislerde konuşulanlar, adı üzerinde sadece kulislerde konuşulur. İktidarın seçim sistemini değiştirmek ya da erken bir seçime gitmek gibi bir niyet beyanı olmadı. Dolayısıyla, kulislerin ürettiği bazı konuların kulislerde kalması daha uygun olur. Eğer böyle bir konu Meclisimize gelirse, o zaman elbette hem ben hem de arkadaşlarım gerekenleri söyleriz.
- Bir seçim atmosferi yaratma çabası yok mu yani?
Sayın Erdoğan’ı iyi tanıyan siyasetçilerden biriyim. Kendisi özünde rasyonel bir siyasetçidir. Ancak maalesef saraya kapandığından beri, saray kültürünün ve sarayzadelerin kendisini rasyonaliteden ve daha da önemlisi milletten uzaklaştırdığını görüyorum. Bu siyaseten de, ülkemiz için de tehlikeli bir durum. Ama şunu net olarak söyleyebilirim: Ülkemiz salgınla mücadele ederken, cumhurbaşkanı sıfatıyla milleti birleştiren, güçlendiren ses olması gereken Sayın Erdoğan’ın, tam aksine, acımasız bir dille muhalefete saldırmasını dikkatle takip ediyorum. Kendince haklı gerekçeleri de olabilir, bilemem. Ama böylesi bir dönemde, her cümlesinin başında birlik-beraberlik dedikten sonra, aynı cümlenin sonunda birliği beraberliği yaralayan, hatta yıkan sözler etmesini o makama yakıştıramıyorum. Bu tutum, bir siyasi niyetin dışavurumu olabilir mi? Olabilir. Zamanla anlaşılır.
- Erken seçim bekliyor musunuz, MHP’nin tavrı ne olur?
Erken seçim kararı almaya Sayın Erdoğan’ın tek başına yetkisi var. Ancak kendisi küçük ortağının olurunu almadan böyle bir işe kalkışmaz diye düşünüyorum. Küçük ortağın da sorumluluktan uzak ve bu kadar konforlu bir alanı riske etmek istemeyeceğini düşünüyorum. Sonuçta yediği önünde, yemediği arkasında. Maksimum yetki, sıfır sorumluluk... (gülerek) AK Parti açısından baktığımızda ise bu başarısız karneyle o riske gireceği kanaatinde değilim. İşsizlik almış yürümüşken, mutfakta yangın varken, geçim derdinden ülkemizde babalar canlarına kıyıyorken, can derdine düşmüş vatandaşına maske dağıtma işini bile kotaramamışken, bu arkadaşlar vatandaşa gidip nasıl oy isteyecekler? Biz her an seçime hazırız. Ancak erken bir seçim olacaksa bunun kararını, Meclis aritmetiği gereği Cumhur İttifakı yani Sayın Erdoğan verecek. Herhalde kendisi anketlere bakıyordur, hesap kitap yapıyordur. Buradaki asıl soru şu: Acaba Sayın Erdoğan vatandaşının yaşadığı gerçeklerle yüzleşmeye, millet iradesiyle yüzleşmeye kendisini ne kadar hazır hissediyor? Unutmayalım ki: “Tencere her iktidarı sallar”.
- Bugün seçim olsa İYİ Parti’nin tablodaki yerini tanımlar mısınız?
Oy oranı tabanlı araştırmalar yapmak için henüz erken, çünkü gündemde seçim yok. Ben vatandaşlarımızın dertlerini, beklentilerini ve önceliklerini öğrenmek, onları daha iyi anlamak için araştırmalar yaptırıyorum. Araştırma ile de yetinmiyorum, insanlarımızı dinliyorum. Öğrendiklerimiz üzerine arkadaşlarımızla çözümler geliştiriyoruz, programlar hazırlıyoruz, zaman zaman da bunları hem milletimizle hem de uygulasınlar diye iktidarla paylaşıyoruz. Siz insanınıza hizmet için, onların dertlerini çözmek için çalışırsanız, uğraşırsanız, seçim zamanı geldiğinde vatandaşlarınız da sizin bu çabalarınızı oyuyla ödüllendirir. Benim siyaset anlayışım budur.
- MHP’den ayrılıp parti kurmuş bir siyasetçi olarak tabanlarınızın aynı olduğunu söylemek mümkün mü? Kemal Kılıçdaroğlu, Bahçeli’nin AKP seçmenine oynadığını söyledi. O tabandan İYİ Parti’ye kayma olur mu?
Evet, İYİ Parti’nin kuruluşunda ben de dahil, MHP’den ihraç edilen veya ayrılan birçok arkadaşımız yer aldı. Farklı siyasi geleneklerden gelen arkadaşlarımız da yer aldı. Biz temel değerlerimiz olan milliyetçilik, demokratlık ve kalkınmacılık ekseninde siyaset yapıyoruz. Değerler ekseninde siyaset yaptığınızda seçmeniniz de o değerlerle bağ kuranlardan oluşur. Mevcut siyasi tabloya baktığınızda Cumhur İttifakı’nın bileşenlerinin bizimkilerden farklı birtakım değerler bazında tam bir entegrasyonu olduğunu görüyoruz. Yoksa MHP’nin Andımız konusundaki, EYT’li konusundaki, Öcalan mektubu konusundaki tutumunu başka türlü nasıl açıklayabilirsiniz? Dolayısıyla gelinen noktada MHP ile tabanlarımızın aynı olduğunu söylemek çok zor.
- Bir süre önce siyasette üçüncü blok formülü gündeme geldi. CHP’nin HDP ile bazı noktalarda yakınlaşmasının İYİ Parti’de rahatsızlık yarattığı konuşuldu, doğru mu?
“Biz değerler üzerinden siyaset yapıyoruz” dedim. Gelişmeleri de duygular değil, değerlerimiz üzerinden rasyonel olarak değerlendiriyoruz. Bizim için terörün siyasette yeri olamaz. Bu temel ilkelerimizden biri. Dolayısıyla bizim HDP ile ilgili tutumumuz en baştan beri çok net. CHP’nin HDP’ye bakışında ise bizim için esas olan Sayın Kılıçdaroğlu’nun açıklamasıdır.
- Tüm bu tartışmalarda denklemin belirleyici gücünün İYİ Parti olacağı düşünülürse, SP, DP ve DEVA Partisi’nin dahil olduğu bir ittifak modelinde yer almanız mümkün görülüyor mu?
Basın mensuplarımız bu soruyu son dönemde çok sorar oldular. Ben de her zaman aynı cevabı veriyorum. Rahmetli Demirel’in söylediği gibi: “Doğmamış çocuğa don biçilmez.” İYİ Parti olarak Türkiye’nin mevcut problemlerine ve ülkemizin geleceğine dair düşüncelerimizi şeffaf bir biçimde paylaşıyoruz. Günü gelir, su akar yatağını bulur ve siyaset nasıl gerekiyorsa o şekilde adımlar atar.
VATANDAŞIN DERDİNİ KONUŞAMAYAN, DARBE GÜNDEMİ YARATIR
- Bitmek bilmeyen bir darbe tartışması var. Darbelerden bunca çekmiş bir ülkede, bu tartışmaların sürmesi neye bağlanmalı?
Ben böyle suni gündemlerle ilgilenmiyorum. İktidar ve küçük ortağının, ülkemizdeki kötü gidişi konuşmamak için böyle gündemlere ihtiyacı olabilir.
Bizim böyle bir ihtiyacımız yok. Daha da önemlisi milletimizin böyle bir ihtiyacı yok. Milletimizin işsizliği konuşmaya ihtiyacı var. Milletimizin geçim sıkıntısını konuşmaya ihtiyacı var. Milletimizin zamları, kaynamayan tencereyi konuşmaya ihtiyacı var. Siyasetçi vatandaşın gündemini konuşmalıdır. Eğer siyasetçi vatandaşın gündemini konuşmuyorsa; sıkıntısı vardır, ondan konuşamıyordur. Diyelim ki siz Sayın Erdoğan’ın yerindesiniz İpek Hanım. Vatandaşın sırtındaki yük iyice ağırlaşmış, ay sonu gelmez olmuş. Salgında vatandaşınıza nakit desteği vermek yerine, gidip IBAN numarası verip para istemişsiniz.. Siyasi hesaplarla belediyelerimizin önünü kesip, vatandaşın hizmet almasını engellemişsiniz.. Kendi vatandaşınıza maske dağıtamazken ABD’ye şirinlik olsun diye maske göndermişsiniz, onlar da gidip maskeleri PKK-YPG’ye vermiş, rezil olmuşsunuz.. Damat Bakan’ın dalga geçtiği dolar kuru rekor kırmış, cebimizdeki para kuşa dönmüş, işsizlik almış yürümüş, önünü alamamışsınız.. Milletin hazinesini boşaltmışsınız, dar günde vatandaşın yanında olamamışsınız; bu durumda siz ekonomi, kalkınma, istihdam konuşmak ister misiniz? Elbette istemezsiniz. Vatandaşın derdini konuşamayan, darbe gündemi yaratıp onu konuşmak zorunda kalır. Darbe gündemini böyle değerlendiriyorum. Yani tencerenin, mutfağın içler acısı halini gizlemeye çalışan uydurma bir gündem olarak...
LAİKLİK HERKESİ KORUR
- Diyanet İşleri Başkanı’nın açıklamaları geçen haftanın konusuydu. Her seferinde iş dönüp dolaşıp laiklik tartışmasına geliyor. Laiklik tehlikede mi, mesela bir 2023 hedefidir gidiyor!
Öncelikle ülkemizde her kurum, yetkin ve yetkili olduğu işle uğraşmalı. Diyanet İşleri’nin ve Diyanet görevlilerinin işi nedir? İnananlara dinimizin emirlerini anlatmak, onlar yol göstermek. İnanırsınız, inanmazsınız, bu herkesin bireysel tercihidir. Ama Diyanet İşleri Başkanı’nı hutbede söyledikleri üzerinden, yani işini yaptı diye, hele de çağlar öncesine ait söylemi gibi inanan insanlarımızı üzecek cinsten çirkin bir dille eleştirmek, Ankara Barosu’nun haddi de değildir, hakkı da değildir. Dini hükümler farklıdır, cari hukuk farklıdır. Laiklik işte burada önemlidir. Örneğin, siz hiç camide “Alkol iyidir” diyen bir imam gördünüz, duydunuz mu? Aksine, alkolün tüm kötülüklerin anası olduğunu, haram olduğunu duyarsınız. Ama ülkemizde alkol satışıyla ilgili, ya da kullanmakla ilgili cezai bir kanun hükmü var mı? Yok. Dolayısıyla dini hükümler ayrıdır, cari hukuk ayrıdır. Laiklik öyle bir ilkedir ki, herkesi korur. İnananı korur, inanmayanı da. Yeter ki doğru işletilsin. Yeter ki birbirimizin değer ve inançlarına saygı gösterme erdemini gösterebilelim. Barolar gibi kurumların da toplumun dini değerlerine saygılı olmak gibi bir mecburiyeti olmalı. Ama maalesef ülkemizde bu tartışmamalardan siyasi ekmek yiyen çok insan var. Yine bir ramazan, yine din eksenli bir tartışma. Bu kavgaların milletimizin içinde bulunduğu duruma hiçbir faydası olduğunu düşünmüyorum.
STK’LAR DEMOKRASİMİZ İÇİN GÜÇTÜR
- Başta barolar olmak üzere meslek örgütlerinin seçim yönteminin değişmesi gündemde. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Hâlâ anlayamadıkları şu; Bir ülkenin ekonomisi de, uluslararası alandaki itibarı da, hukukla, demokrasiyle tartılır. Demokratik bir sisteminiz yoksa, hukuku ayaklar altına alıyorsanız, ekonominizin zarar görmesi kaçınılmazdır. Meslek örgütleri, demokratik kitle örgütleri, sendikalar, siyasi partiler ve her bir vatandaşımızın fikir özgürlüğü, hukuki güvencesi, ülkenizin dünya nezdindeki itibarının ölçüsüdür. Bu açıdan baktığınızda, demokrasiniz işlemiyor, hukukunuz hasar alıyorsa, ekonomik açıdan da güvenli bir liman olarak görülmezsiniz. Türkiye’nin, AK Parti iktidarının son 10 yılında ve özellikle de, her kararın, bir kişinin iki dudağı arasına sıkıştırıldığı Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde aldığı hasarın sebebi budur. Bu gerçeği görmeyip, demokrasi kültürünün birer ürünü olan sivil toplum örgütlerine müdahaleye kalkarsanız, işleri iyice içinden çıkılmaz hale getirirsiniz. Kendisini ülkenin babası, kendi dışındaki her kurumu ve kişiyi de, babaya itaat etmeyen nankör evlat gibi gören zihniyet, ülkemiz için en büyük tehlike. Fikri ayrılıklarımız da olsa, sivil toplum örgütlerinin varlığı demokrasimiz için bir renktir, güçtür. Ve onların varlığı ve özgürlüğü de zaten demokrasinin varlığına işarettir. Bu varlığa ve özgürlüğe kastedecek adımlar, hem iktidarın kendisine hem de ülkemize zarar verir.
KOMİK DAMATLA DOLAR 7 DE OLUR, 10 DA OLUR
- Dolar 7 TL’yi geçti. İşsizlik rakamları ortada. Bu ekonomik tablonun altından nasıl kalkılır?
Ekonomiden anlamayan komik damadınızı ülke ekonomisinin başına koyarsanız dolar 7 de olur, 10 da olur. Türk ekonomisini işsizliğe çözüm formülü olarak her patrona, “fazladan bir kişiyi işe alın” diyebilen bir keskin zekâ ve uzmanlık seviyesiyle yönetmeye kalkarsanız o işsizlik azalmaz, aksine artar. Göreve geldiğinden paket üstüne paket açıklayan ve açıkladığı her yeni paketle ekonomimizi daha da kötü bir tabloya sürükleyen Damat Bakan, ülke ekonomisi açısından bakıldığında artık bir milli güvenlik sorunu haline gelmiş durumda. Daha önce söyledim, yine söylüyorum; damada sürekli paket açıklatacağınıza, damadı paketleyip kenara alın, ülkenin önünü bir nebze olsun açın. İpek Hanım; Türkiye içinde bulunduğu bu durumdan çıkar. Demokrasi işler, yargı bağımsızlığı sağlanır, hukuka saygı gösterilirse Türkiye yeniden güvenli bir liman haline gelir. Nefes alır. Dünyada gidecek liman arayan ciddi kaynaklar Türkiye’ye yönelir. Yatırım gelir. Gelen yatırımı doğru kullanırsanız iş dünyamızın iş hacmi artar. İşletmelerimiz daha çok kazandıkça, yeni istihdam yaratır. Kabaca tarif ettiğim bu adımları atmak mucize değil. Biz İYİ Parti olarak çok etkili ve deneyimli bir ekiple çalışıyoruz. Ülkemizin kalkınma politikaları, ekonomi politikaları, ekonomik krizden çıkışı üzerine ciddi projeler hazırlıyoruz. Bazılarını paylaşıyoruz da. Türkiye büyük ve zengin bir ülke. Kaynakları var. Üretimi esas alan bir ekonomik program Türkiye’yi yeniden ayağa kaldırır. Ama onun için önce beş yandaş müteahhidi öncelemekten vazgeçip, doğru bir vizyon koymanız, işi ehline vermeniz ve kaynakları doğru kullanmanız gerekir.
- Bir yandan da Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, yılın ikinci yarısında normale dönüleceğini, çok hızlı bir iyileşme öngördüklerini söylüyor...
Umalım ki bir kereliğine bile olsa, bu sefer dediği doğru çıksın. Ama maalesef eldeki veriler ve alanın uzmanları bu kadar iyimser değiller.
MESELE FETÖ’CÜLER DEĞİL, FETÖ ZİHNİYETİYMİŞ
- Haber yaptığı için sorgulanan, tutuklanan, hüküm giyen gazeteciler... Siz bu ülkede İçişleri Bakanlığı yaptınız. Neredeyse tümünün de terörle ilişkilendirilerek yargılanmaya çalışılmasını sormak istiyorum...
Özgür basın herkese lazımdır ama herkesten önce de siyasetçiye lazımdır. Elbette AK Parti’nin kurduğu propagandist medyadan bahsetmiyorum. İşini layıkıyla yapan özgür bir basın iktidara da muhalefete de ayna tutar. Medyanın tuttuğu aynada eksiklerinizi görürsünüz, bunları gidermek, kendinizi geliştirmek için gayret edersiniz. İşinizi zorlaştırmaz, aksine daha iyi yapmanızda, daha iyi olmanızda size yardımcı olur. AK Parti Türkiyesi’nde ise özgür basın el üstünde tutulmak, gazeteciler korunup kollanmak yerine, en ufak eleştiride bulunan ya hedef gösteriliyor, ya dövülüyor, ya cezalarla susturmaya çalışılıyor, o da olmazsa o dönemin popüler terör örgütü hangisi ise onunla ilişkilendirilip hapse atılıyor. Kumpas davalarında gazetecilerin neler yaşadıklarına şahit olduk. Şimdilerde ise farklı gerekçelerle benzer işler oluyor. Demek ki mesele sadece FETÖ’cüler değil, FETÖ zihniyetiymiş. Türkiye’yi yönetenler kendilerine FETÖ ile yol yürümekten miras kalan bu zihniyetten kurtulmadıkça bir arpa boyu yol alamayız. Basın özgürlüğünde ancak Ruanda’yı geçebilmiş bir Türkiye olma ayıbını yaşamaya devam ederiz.
MALUMUN İLANI
- Eski AKP’li milletvekili Mehmet Metiner bir röportajda, “İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili sırf parti grup başkan vekilleri el kaldırdığı için milletvekillerinin de el kaldırdığını, yanlış yaptıklarını” söyledi. Bu itiraf aslında sistemin özeti gibi. Başkanlık sisteminin TBMM’yi devre dışı bıraktığını düşünüyor musunuz?
Kendisini böyle derin ve orijinal bir tespitte bulunduğu için tebrik etmek lazım. Malumun ilamı mahiyetindeki bu tip tespitleri zaman zaman AK Parti yöneticilerinden, vekillerinden duyuyoruz. Genelde AK Parti iç dinamikleri gerektirdiği için yapılan parti içine yönelik açıklamalardır bunlar. Bakın, 16 Nisan 2017’deki referandum öncesi tam olarak bunları anlatarak Türkiye’yi dolaştım. O anayasa referandumuyla, milletimizin Meclis eliyle kullandığı söz hakkının elinden alınacağını öngördüm ve uyardım. Nitekim bu ucube sistemin ilk gününden beri, ekonomiden diplomasiye, güvenlikten millet iradesine kadar her konuda geriye gittik. Kendileri itiraf ediyor. Milletin vekillerinin hükmü kalmadı. Dolayısıyla milletin hükmü kalmadı. Çünkü milletin derdini dinlemeye, halini sormaya ihtiyaçları kalmadı. Sayın Erdoğan’ın şahsına göre terzi işi bir sistem uydurdular, cin fikirli saray bürokratlarının, saray danışmanlarının akıllarıyla ülke yönetmeye çalışıyorlar. Olan da millete oluyor. Gerçekten çok yazık. Ama unuttukları bir şey var: Türk siyasetinin değişmez bir kuralı vardır; Millet, iradesini yok sayanları ilk sandıkta süpürür.
- Metiner’in çizdiği tablonun başkanlık sistemiyle başladığını söylemek de mümkün değil sanırım..
Biz kuvvetler ayrılığının, adaletin ve demokrasinin güvence altına alındığı, denge ve denetleme mekanizmalarının olduğu, işlerin şeffaf bir biçimde yürütüldüğü, egemenliğin yeniden kayıtsız ve şartsız milletin olduğu, iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş bir parlamenter sistem öneriyoruz. Bu şekilde demokrasiyi ve konuşan Türkiye’yi inşa edebileceğimizi biliyoruz. Ve Türkiye’yi iktidarın soktuğu bu sorunlar sarmalından çıkarmanın yegâne yolunun bu olduğuna inanıyoruz. Bizim iddiamız en başından beri şu: Ülkemizin güçlü, milletimizin zengin, mutlu ve geleceğe dair umutlu yaşayabilmesi için ihtiyacımız olan her şeye sahibiz. Yeter ki, bunu gerçekleştirecek bir siyasi irade ve millet iradesinin vücut bulduğu demokrat ve adil bir sistemimiz olsun.
GELDİĞİMİZ NOKTADA BAŞARILIYIZ
- Sizinle 2.5 yıl önce partiyi kurduğunuzda bir röportaj yaptık. Orada “Bize gelen gömleğini çıkarmasın” dediniz. Bu süre içinde İYİ Parti, sizin hedeflediğiniz parti oldu mu?
İYİ Parti vatandaşını dinleyen, her gün öğrenen, gelişen, farklı perspektiflerle kendi içerisinde tartışarak zenginleşen bir siyasi parti. Temel değerlerimiz olan milliyetçilik, demokratlık ve kalkınmacılık çerçevesinde ülkemizi, milletimizi hak ettiği günlere ulaştırmak için oluşturduğumuz bir vizyonumuz var, bunu hayata geçirmek için çalışıyoruz. Ama bu yolda esas olan öğrenme ve gelişim. Ancak bu şekilde gelişen ve değişen dünyaya ayak uydurabilirsiniz. İYİ Parti asla “ben oldum” diyen, asla “en iyisini ben bilirim” diyerek milletine kendi doğrusunu dayatan bir parti olmayacak. Bu anlamda, kuruluşta karşımıza çıkarılan onca engele rağmen geldiğimiz noktada başarılı olduğumuzu söyleyebilirim. İYİ Parti’nin siyasi hayata girişinden itibaren birçok şeyin değiştiğine şahit olduk. Vatandaşlarımızın ülkede kötü giden şeyleri oylarıyla değiştirebileceğine yeniden inanmasını görmek, geleceğe dair umutlarının yeniden yeşermesini izlemek bizleri hem mutlu ediyor hem de teşvik ediyor.
ANORMALLİKLER BENİ ENDİŞELENDİRİYOR
- Bugün koronavirüs sürecinde normalleşme kısmen başlıyor. “Yeni normal”in zamanı mı, yoksa erken mi?
Salgının başından beri yaşanan anormallikler beni endişelendiriyor. Ama umarım bu süreçte bilim insanlarımıza kulak verip, onların önerileriyle hareket ederler. Aksini düşünmek bile istemiyorum. Keyfi bir normalleşme ülkemize ve milletimize kâbus yaşatabilir. Dikkatli olmak zorundayız.
- Sizce hükümet tüm bu süreci nasıl yönetti?
Süreci iki boyutta değerlendirmek daha sağlıklı olur. Birincisi salgınla ilgili alınan önlemler, ikicisi ise virüse karşı verilen savaş. Virüse karşı verilen savaşta başarılıyız. Başta sağlık çalışanlarımız olmak üzere, güvenlik güçlerimiz, belediye görevlilerimiz ve vatandaşlarımız büyük bir özveri ve disiplinle bu savaşı verdiler, vermeye de devam ediyorlar. Buradan hepsine en kalbi şükranlarımı bir kez daha sunmak istiyorum. İyi ki varlar. Öte yandan, yerinde alınmış siyasi kararların fark yarattığı, iktidarın kriz yönetimi kabiliyetinin öne çıktığı salgınla mücadelenin önlem boyutunda ise aynı başarıyı görebildiğimiz söylenemez.
- Nerede hata yapıldı?
11 Şubat tarihindeki Meclis grup toplantımda, daha virüs ülkemizde yokken iktidarı uyardım, erkenden önlem almaya davet ettim. Bunları yapmadılar. Neticede vaka sayısında dünya 8’incisi olan bir Türkiye gerçeğiyle yüz yüze geldik. Sonraki süreçte tam karantina önerdik, testlerin yaygınlaştırılmasını önerdik, ekonomik paketin eksiklerini söyledik, genişletilmesini önerdik, kaynak gösterdik. Birçok eleştiri ve öneri getirdik. Bir kısmı geç veya yarım yapıldı, bir kısmı ise duymazdan gelindi. Neticede acemice alınan sokağa çıkma yasağını hep birlikte gördük. Dağıtılamayan maskelere, Sayın Erdoğan’ın el dezenfektanı için reklam kampanyası peşinde koştuğu anlara hep birlikte şahit olduk. Bakanların yapılan hatalara, kendi vatandaşlarımızın ihtiyacı varken yurtdışına yapılan yardımlara dönük itiraflarını hep birlikte dinledik. Vatandaş zor durumdayken nakit yardım yapacağına, kredi veren; vatandaşından IBAN isteyeceğine IBAN gönderen bir yönetim anlayışını hep birlikte izledik. İşi millete hizmet etmek olan, seçilmiş Millet İttifakı belediyelerinin yaptıkları yardımların engellenişini, o belediyelerin başkanlarının nasıl devlet içinde devlet olmakla suçlandıklarını hep birlikte yaşadık. Bu nedenle, tüm bunları görüp, yaşayınca mücadelenin siyasi boyutunu ve bu boyutun esas sorumlusu olan başta Sayın Erdoğan ve iktidarını başarılı bulmam mümkün değil. Keşke devlet ciddiyeti ve ortak akıl ile bu süreci yönetselerdi de, ülke olarak çok daha az zararla bu süreci atlatabilseydik.
- Başta Sağlık Bakanı’nı halkı doğru bilgilendirdiği için başarılı buluyordunuz, hâlâ aynı düşüncede misiniz?
Ben Sağlık Bakanı’nı gayretli buldum. Bilim Kurulu’nu kurmasını, her gün süreçle ilgili bilgi vererek vatandaşlarımızı sürecin bir parçası yapmaya çalışmasını olumlu buldum. Bazı konularda, bazı kararlarda itiraz ettiği duyumları da geldi. Sonuçta gayretini hep birlikte gördük. Önceki sorunuzda bahsettiğim, bakanı olduğu iktidarın genel başarısızlığını ve ciddiyetsizliğini göz önünde bulundurduğumuzda Sayın Koca’yı hâlâ oldukça başarılı buluyorum.
- Virüs dönemin en önemli mağdurlarından biri de çocuklar. Eğitimde verilen kararları, sınav tarihleriyle ilgili tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Son alınan YKS tarihinin öne çekilmesi kararını çok yanlış buluyorum. Dünyanın hiçbir yerinde sınav tarihleri bu şekilde iki kere üst üste değiştirilmez. Çocuklarımızın, gençlerimizin geleceklerini ilgilendiren böyle önemli bir konuda onları psikolojilerini olumsuz etkileyecek böyle ciddiyetsiz, keyfi adımlar atamazsınız. Gerekli planlamayı yaparsın, yeni tarihi belirlersin, bir daha da değiştirmezsin. Gençler de, aileler de planlarını, çalışma takvimlerini ona göre oluştururlar, ona göre sınava hazırlanırlar. Bu ülkenin Cumhurbaşkanı olarak salgın nedeniyle her anlamda zor günler geçiren insanlara böyle bir stresi reva göremezsin. Yine yanlış ve beceriksizlikle atılmış bir adım, yine vitrinde Sayın Erdoğan. Milli Eğitim Bakanı ise ortada yok... Hiçbir ekonomik çıkar gençlerimizin geleceğinden daha değerli değildir. Turizmcilerimizi devlet olarak desteklemek yerine, öğrencilerimizi feda ederek kurtarmaya çalışmak en hafif tabiriyle vicdansızlıktır. Yazıklar olsun.
ERDOĞAN HAZMEDEMEDİ
- MetroPoll anketi virüs salgını krizini yönetmede Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ı Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan daha başarılı buldu. Bu noktada belediyeleri konuşmak gerekiyor sanırım. Halka ulaşmaları türlü yollarla engellenmeye çalışıldı, “devlet içinde devlet olmaz” denildi. İktidarın bu tavrını neye bağlıyorsunuz?
Sayın Mansur Yavaş da Millet İttifakı’nın diğer belediye başkanları da bu süreçte güzel işler yaptı. Kendilerine teşekkür ediyorum. Sayın Cumhurbaşkanı’nın belediyelerimize yönelik engelleyici tavrının ve gösterdiği aleni düşmanlığın sebebi açık; Seçim döneminde “Yapamazlar, başaramazlar” dediği belediyelerimizin muhteşem işler çıkarıp, vatandaşın yardımına koşmasını Sayın Erdoğan hazmedemedi. Hâlâ travmasını atlatamadığı yerel seçim mağlubiyetine bir de hizmette başarı eklenince elbette hazmedilmez. Sayın Erdoğan kendisinden rol çalınmasını sevmez. Kendisi dururken alkışı başkasının almasını hiç sevmez. Ama artık kendisinin bunları aşması lazım. Bu millet hepimizin milleti, bu ülke hepimizin ülkesi. Bu geminin içinde hep beraberiz. Kendisine ve makamına yakışmayan kıskançlıklarla atılan her adımın faturasını bu büyük millet ödüyor. Ve yazık oluyor.
ULUS DEVLETLER YÜKSELECEK
- Korona sonrası dünyayla ilgili “otoriterleşme”nin hâkim olacağı kaygısı yaygın. Bizde durum ne olur?
Kesin olan bir şey var ki, tüm toplumlar küreselleşmeyi ve kontrolsüz küreselleşmenin sonuçlarını sorgulayacak. Ben salgın sonrasında ulus devletlerin yükseleceğini ve toplumların kendi ülkeleri içinde birlik olmanın ne kadar önemli olduğunu yeniden keşfedeceklerini düşünüyorum. Bu kimi ülkelerde daha otoriter rejimleri kimi ülkelerde ise kendi kendine yeten demokrasinin kâmilen uygulandığı cumhuriyetleri öne çıkaracaktır. Küresel kurumların küresel sorunları çözmede ne kadar âciz kaldıklarını hep birlikte görüyoruz. Liderler arası çekişmelerin, ülkeler arasındaki siyasi rekabetin, bu kurumların çalışmalarına kriz zamanlarında bile nasıl engel olduğunu DSÖ üzerinden yaşanan tartışmalar üzerinden dehşetle izliyoruz. Dolayısıyla salgın sonrasında ülkelerin daha içe kapanık, özellikle gıda, su ve enerji gibi stratejik alanlarda daha tutucu ticari politikalara yönelebileceğini öngörmek mümkün olur. Türkiye olarak oluşacak yeni konjonktüre ve bu konjonktürde kendimizi nasıl konumlayacağımıza, nasıl bir strateji yürüteceğimize şimdiden karar vermemiz gerekiyor. Ya hazırlıklarımızı şimdiden yapıp, gerekli tedbirleri şimdiden alırız, ya da korona sonrası dünya düzeninin yaratacağı yeni krizlerle yüzleşmek zorunda kalırız.