Ankara Türk Ocağı ve doğa...
Değerli okuyucum; iki konumuz var...
Önce, Ankara Türk Ocağı Başkanı Sayın Türkân Hacaloğlu Hanımefendi'nin çalışmalarından kısaca söz edeceğiz.
Türkân Hanımefendi, yönettiği Ankara Türk Ocağı'nda üniversiteli gençleri bilgilendirme yanında, çok farklı çalışmalar da yapıyor. Nitekim 21 Ekim 2017'de Türkiye Kamu-Sen'imizde görkemli bir toplantı yaptı. Ankara Türk Ocağı'nın bu toplantısında Emekli Büyükelçi Sayın Deniz Bölükbaşı, öyle bir konferans verdi ki, inanın şunca yıllık yaşamımda, Sayın Deniz Bölükbaşı gibi bir konuşmacıya çok az rastladım. Sayın Bölükbaşı Türk milletinin ve Türk Devleti'nin nelerle karşılaştığını ve daha nelerle karşılaşabileceğini çok veciz biçimde anlattı. Özellikle güneyimizdeki sıkıntıların hepsini çok açık biçimde ifade etti. Sayın Bölükbaşı'nın bu görkemli konuşmasını tüm Türkiye'nin dinlemesini isterdim.
Efendim, bir diğer konumuz ise doğa!
Sevgili okuyucum; insanın doğaya egemen olmasıyla, uygarlığın başladığı fikri yaygındır. Kuşkusuz insan, doğanın elbette bir parçasıdır. Parçası olmaktan da öte, insan, bulunduğu o doğal ortamı kendince biçimlendiren eşsiz bir canlıdır.
Bu biçimlendirme öylesine etkilidir ki; kuşun yuva veya kunduzun derelere bent yapmasına hiç benzemez. Bu öyle bir biçimlendirmedir ki; madde, insanın elinde gerçek özünden uzaklaşıp, yepyeni bir işleve kavuşabilmektedir.
Gerçek şu ki; insan, doğa denilen o hırçın ata istediği biçimde gem vurabilen tek canlıdır!
Burada şu soruyu sormamız gerekiyor.
Pekiyi... İnsan doğaya nasıl egemen olabilir; buyruğu altına nasıl alabilir?
Bu soruların yanıtı kolay... İnsan, akan suya baraj yaparak, esen rüzgârı, kabaran dalgaları karşılayarak elektrik üretir. İnsan pek çok canlıyı evcilleştirir; ondan yararlanır. İnsan doğanın sıcağından, soğuğundan bilinçli olarak korunur. Ve insan toprağı kullanır; çeşitli ürünler elde eder.
İnsanla doğa arasındaki bu masum ilişkileri daha da çoğaltabiliriz. Ne var ki; insanın doğayla ilişkilerinin tümü hiç de masum değildir. İnsanın doğaya yaptığı ve yapmakta olduğu kötülükler için de upuzun sözler edebiliriz.
Nitekim, ozon tabakasındaki deliği kirpiler ok atarak açmadı!
Nükleer çalışmaların dünyayı uzayda paramparça edecek 'silah' halinde boy göstermesi; kurtların, aslanların, kaplanların işi değil!
Siz, köstebeklerin, tavşanların; sebze ve meyve diplerini kazarak genetik yapısını değiştirip, doğal olanı yapay duruma getirdiğini mi sanıyorsunuz?
Veya akan suyun bin yılda oluşturduğu emek hakkı helâl 'yatağını' gasp etme ahlâksızlığını, serseri bir selin yaptığına mı inandınız?
Sayamadıklarım daha nice ölümcül hünerler var.
Tüm bunlar 'insan' denen; konuşan -üstelik bir de aklı olan- canlı türünün eseridir! Ancak burada tüm insanları da suçlamak anlamsız olur. Çünkü, insanlardan oluşan çok küçük bir topluluk 'Devlet' denilen bir aygıtı yönetir.
Bu yöneticiler ilginç tiplerdir. İçi boş demokrasi ve özgürlük sözü, ellerinde hem bayraktır; hem de koruma kalkanıdır. Söz gelimi devlet halkın alım-satımına hiç karışmaz. Bu kesin kuraldır. Ancak büyük para babaları 'battığı' zaman piyasaya 'karışmayan' o devlet, Keynes'in gaipten gelen sesiyle birden irkilip harekete geçer; çoğunluğun topladığı vergileri üç veya beş 'batıkçı' için rahatça harcar!
Böylesine kesin anında kararlar alan devlet yöneticileri, söz gelişi; su havzasına, dere yatağına, deprem kuşağına -ABD'de olduğu gibi- tayfun alanına bina yapılmasını ise bön bön seyrederler. Konu uzmanları bu yöneticileri zamanında uyarsa bile aldırmazlar. Bu arada 'demokrasinin gereği olarak' elbette halkın 'iradesi' -sözde- aranır.
Esen kalın efendim...