Anıtkabir'de tarihi yüzleşme
Çocuk,
Durma öyle...
"Sap gibi ayakta durmana gerek yok" karşımda, korkma yaklaş, eğil biraz, bak ne anlatacağım sana:
Sene 1919... Aylardan Mayıs; 16'sı.
Şu ara pek müdavimi olduğun, "medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar"ın başını, altın varaklı, oymalı, kakmalı tahtımtrak koltuklarda ezmeye çalıştığın Yıldız Sarayı'ndayız;
Mabeyn Dairesi'nin az ötesindeki kütüphanede. Vahideddin'le...
"Boğaziçi'ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu:
Birbirine muvazi (paralel) hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı'na doğrulmuş! Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başımızı sağa sola çevirmek kâfi...
Bu esnada zât-ı hazreti Padişah'ı, Boğaziçi'nde bulunan İngiliz zırhlılarının saraya müteveccih olan toplarını göstererek, "Görüyorsun ben artık memleket ve milleti nasıl kurtarmak lazım geleceğini tasavvurda tereddüde duçar oluyorum" dedikten sonra elini kaldırarak "inşallah millet mütenebbih ve müteyakkız olur, bu vaziyeti elîmden, gerek beni, gerekse kendisini tahlis eder (kurtarır)" buyurmuşlardı...
Vahideddin hiç unutamayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:
- Paşa Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettiniz! Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir, tarihe geçmiştir.
O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkat ve sükûnetle dinliyordum:
- Bunları unutun, asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsiniz!
Bu sözlerden hayrete düştüm..."
İbret al çocuk...
Ki...
Allah sana "Devlet-ı Âli"yi müstemlekeye dönüştüren nice utanç görüşmesine mekân olan o sarayda, tarihin tekerrürünü yaşatmasın... Acz halinde bir "Mustafa"dan, bir "Kemal"den medet ummayasın; hatırası önünde sap gibi durmayı mumla arar olmayasın...
***
Sen şimdi "güç bende artık" diyorsun, değil mi;
- Bana bir şey olmaz!
Unutma çocuk, "güç tatlıdır..."
Zehir olsa hissedemez insan; yer durur, kendinin kurduna dönüştüğünü fark edemeden...
Unutma ki, ben Vahideddin'in yanından "kafesi açılmış, önünde geniş bir alem, kanatlarını çırparak uçmağa hazırlanan bir kuş gibi" ayrıldığım ve "dağ başı mezar oluncaya kadar mücadele, şahsi ve millî namusumuzu ikmal için ya istiklal ya ölüm" diye ahdettiğim an bile, "Şayanı hayrettir, artık adi bir mezbele gibi ayak altında çiğnenen bir muhitte hâlâ bir saltanat, bir hükümet, bir varlık farz edenler vardı..."
Onlara benzeme...
***
Din, dil, ırk, mezhep; etnik kimlikleri ayrıştırarak bu ayrışma temelinde bir "Osmanlı milleti" yahut "Osmanlı vatanı" yaratılabileceğini düşünenler yanılmıştı;
Hilafetçiler de öyle...
Ayrıştırılan her bir "kimlik" değil kaynaşmak, imparatorluktan daha da çok koparttı onları; üstelik artık bu kopmanın alt yapısını hazırlayacak "hak" görünümlü türlü "yasal imkanları" da vardı.
Biz Türkler, sustuk. "Aman ayaklanmasınlar..." diye, "Aman kırılmasınlar, küsmesinler, terk etmesinler" diye hep sineye çektik. An geldi "sağduyulu" olacağız ya; kendi milletimize sırt döndük..
Ama ne oldu biliyor musun çocuk?
Sadece geciktik!
Ertelediğimiz, kendimize bile itiraf edemediğimiz "Türk Millî sınırları içerisinde, bağımsız bir devlet kurma" fikrinin doğum sancısı tutana kadar gönlümüzü; hep gizledik bir Türk Cumhuriyeti'ne gebeliğimizi!
Ama görüyorsun işte gerçekleşti.
Onun için bu uyur-gezer kitle yapmaz, olmaz deme; rehavete kapılma!
Milleti milliyetsizleştirmeye dönük bir tek hamle bile yapma!
Beni/bizi üzüntülü düşüncelere yönelten, "devletin silah bırakışması ile kendini kayıtsız ve koşulsuz düşmanlara teslim ettiğine" inancımdı/inancımızdı. Anlıyorduk ki "Osmanlı yalnız boyun eğmiş değil, düşmanların yurtta yerleşmeleri için onlara yardımda bulunmaya söz vermiştir."
Devlet silah bırakmaz; devlet bırakırsa millet sarılır silaha; yapma!
***
Bu devletin "ali sefiller" ile "haydut başlılar"ca kurulduğunu çıkarma aklından; yasal sınırlar içerisindeki bu sessizliğe, bu rıza haline, bu kabullenmeye aldanıp da zinhar Anayasa'ya dokunma...
Rejime dokunma...
"Türk"e dokunma...
Birileri, bir yerde "Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi lazımdır" der de ruhun duymaz; "Fikir hazırlıkları, seferberlikte davul zurna çalarak asker toplamak gibi olmaz..."
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin temel niteliklerinden herhangi birini, demokrasiyi "çoğunluğun tiranlığı"nı kurmak üzere kullanıp da değiştirmeye yeltenirsen, bil ki bu, Türk Milleti için "meşru müdafaa" hakkı doğurur.
Ve bu millet "başka çare kalmadı" noktasına her sürüklendiğinde yaptığı şey aynı, değişmedi;
"Milli hakimiyete dayanan şartsız, bağımsız, Yeni bir Türk Devleti!"
Sakın "yok artık" deyip küçümseme;
İnan bugün bile hâlâ bu "ihtimal"i "millî bir sır gibi vicdanında taşıyan" evlatları vardır bu milletin sinesinde.
Kendimden biliyorum!