Halkın çoğunluğunun enflasyonla ezildiği, günü kurtarma derdine düşüp olup biteni ve olacakları umursamadığı, siyasete de güvenmediği bir süreçteyiz. Sivil toplum iyice güçsüzleşti, medya özgür değil, hukuk devleti-bağımsız yargı zaafiyet geçiriyor. Ülkenin devasa sorunları varken, kaynağı 21 yıldır işbaşında olan ve çözüme dair en küçük umut vaat etmeyen iktidar şimdi neden ve hangi ihtiyaçtan kaynaklandığı şüpheli(!) yeni bir anayasa tartışması başlattı. Sorunun sebebi olanlar çözümün adresi olamaz.
Esasen 1987'den beri 21 kez mevcut anayasanın 3/4'ü yani tadil olabilecek hükümleri kısmen ya da tamamen değişti. Dolayısıyla artık ''darbe anayasası'' demek doğru ve haklı değildir. İktidarın 2010 ve 2017 değişiklikleriyle, demokratikleşme yerine devletin tüm kurumlarına sirayet eden otoriter bir yönetim anlayışı hâkim olmuştur. Şimdi bundan vazgeçeceklerine inanmak mümkün mü? Elbette değil ve maksat başka..
Kaldı ki bu anayasaya göre dahî hukuk devletini işletmek ve adaletli bir siyaset ve yönetim mümkündür. Ancak kendi yaptığı anayasaya saygı ve bağlılığı olmayan bu anlayışın sivil ve özgürlükçü bir anayasa yapma ihtimali de yoktur. Esasen kuvvetler ayrılığının olmadığı yerde şeklen olsa da gerçekte bir anayasa yoktur. Bu nedenle toplumsal ve siyasal olarak yeni bir anayasa ihtiyacı ve gereği yoktur. Yeni anayasa gündemi; iç siyasette yerel seçim öncesi muhalefete, sonrasında Türk halkına kurulmuş bir tuzaktır.
Sivil ve özgürlükçü temalı/sloganlı yeni anayasa hazırlığına esas olacak; “milletin çeşitliliği ve zenginliği” sözünü, Graham Fuller’in “Türkiye çok dilli, çok kültürlü bir yapıyı benimsemeli” tavsiyesiyle birlikte düşünün ve anlayın. Değişmesi gereken anayasa değil anlayıştır.
AB Cumhuriyetten önce yüzümüzü döndüğümüz Batılılaşma çabalarımız, adaylığın son virajında AB'nin yalnızca kendine adil ve demokratlığı, ikiyüzlü ve ikircikli tutumundan vazgeçip yarım asırdır kapısında bekletip, asla almayacağını ilanıyla şimdilik rafa kalktı. Kolay hazmedilemeyecek kültürel farklılığın, iktidarın sevk ve idaresinde değişen ülke sosyolojisiyle derinleştiği bu süreçte kusuru tümden AB' ye yüklemek ve çekincelerini reddetmek makul değildir. Asla entegre olamayacak milyonlarca sığınmacıyla AB'nin bizi almasını düşünmek ham bir hayal olurdu.
Kendi ülkelerinin huzur ve refahını öncelemek haklarıydı ve bunun bize ders olması gerekirdi. Oysa bilinçli bir ahmaklıkla, onların huzuru bizim huzursuzluğumuz olan milyonlarca sığınmacı, kaçak, düzensiz göçmeni, ülkemizin iç güvenliğini tehlikeye atarak, halkın boğazından keserek kıt imkanlarla besliyoruz.
AB Raporundan sonra Erdoğan; kendi yolumuza gideriz mealinde laflarla tepki verdi. İç-dış kamuoyuna verilen bu sözde tepkinin etkili olması için özde işler yapmak gerek. Mesela; AB için en etkili olacak sığınmacıların 'Geri kabul Anlaşması'ndan (İstanbul Sözleşmesinde olduğu gibi) derhal çıkalım. Önceki toplantıda AB üyeliğimize yardım sözü verilen -Kur'an yakan- İsveç'in NATO üyeliğini veto edeceğimiz hazır ABD'deyken kararlı biçimde ilan edelim.
Bakalım bize ücretli bekçi muamelesi eden AB milyonlarca sığınmacının kapısına dayanmasına ne diyecek? Vekaleten savaştığı Rusya'yı çevrelemeye çalışan NATO ne düşünecek?
Jeopolitiğin gücüyle sürdürülen ve şimdiye dek idare edilen, içerik ve ilkesiz dış politikada da sona gelindi. Geçenlerde Hindistan'da yapılan G-20 toplantısında bu durum perçinlendi. İMEC-Hindistan-Ortadoğu-Avrupa koridoru bizi devre dışı bıraktılar. Hızla hayata geçirilecek bu yol, jeopolitik sermayemizi bitirecek, gelecekte kendine yeterli enerji ve gıdası olmayan 3.sınıf bir ülkeye dönüştürecek.
Ayrıca Libya ile imzalanan Deniz yetki Anlaşmasının sağlayacağı münhasır ekonomik bölge menfaatlerimiz ve Mavi Vatan hayalimiz de suya düşecek. Olmadığımız İMEC koridoru-yolunda, AB VE ABD ile karşı karşıya gelecek, ümmetçilikle kardeş sandığımız Suud'larca itildiğimiz bölgede Rusya ile başbaşa kalacağız.
Saatli Bomba
Derinlİk iddiasıyla başlayıp 5 yılda sığlaşan yanlış Suriye politikasıyla, Şam'da Cuma namazına gidemedik ama milyonlarca Suriye'li bize geldi. Geçim derdiyle inleyen ahalinin sırtına yüklenen ekonomik fatura bir yana ülkenin her yerinde iç güvenlik tehdidi olan kaçkınlar her şeyi bozuyorlar. Günaşırı sokaklarda, parklarda, tarlalarda, sanayide, ölümle sonuçlanan kavgalar, uyuşturucu, cinsel istismar gibi toplumsal yaşamı dinamitleyen olaylar yaşanıyor. Demografik yapı hızla değişiyor, çoğunluğa geçtikleri yerlerde herşeye sahipleniyor ve bize azınlık muamelesi yapıyorlar. İktidara güvendikleri ve maalesef güvenlik güçlerinin eli kolu bağlı olduğunu bildikleri için pervasızlaşıp iyice azgınlaşıyorlar.
Milli Eğitim Bakanı okullarımızda bir milyon kadar sığınmacı çocuğa eğitim vermekle övünüyor. Ama derin yoksulluğun pençesinde yeterli beslenemeyen açlıktan bayılan Türk çocuklarına seçim öncesi verdiği sözü tutup ücretsiz yemek veremiyor. Okullarda azınlığa düşen bölgelerde, sığınmacılardan korkan yavrularımız onlarla okumak istemiyor. Veliler de müşteki ama çaresiz başka şehre göçmeye fukaralık izin vermiyor. Aile terbiyesi almayan, yeterli dil bilmediği için söyleneni anlamayanların sınıflarda çoğunlukta olunca öğretmenler de mecburen ders ve eğitim seviyesini düşürüyor.
Milyonlarca üniversite mezunu gencimiz işsiz gezerken, kamuda dil bilmeyen binlerce sığınmacı istihdam ediliyor. Menfaat düşkünü işverenleri kaçak çalıştırdıkları sığınmacılara Hazineden ödenen sosyal yardımların kendi vergilerinden ödendiğini düşünmüyor ve prim ödememeyi kâr sayıyor.
Hudut namustur nutukları atan yetkililere inat, her halinden askeri eğitimli olduğu belli yüzbinlerce genç Afgan ve Paki'nin serbestçe geçip otobüs ve kamyonlarla her şehire gelip yerleştiği, parklarda spor ve eğitim yaptıkları göz önünde. Espiyonaj sorgusu yapılmadı için hangi istihbarata çalıştıkları ve sayıları bilinmeyen etki ajanlarının yönlendirmesi ve küçük bir provokasyonla diken üstündeki halkın öfkesiyle karşılaşınca ne olur?
Eğitimi, gelir bölüşümü adaletini, ekonomik ve bütçe dengesini, demografiyi, ahlakı, geleneği, asayişi, sosyal barışı, hulasa her şeyi bozan bu mesele giderek saatli bombaya dönüşüyor.
Kutuplaşmanın derinleştiren ittifakların iktidar ve muhalefetiyle, gerçek gündemi geçim derdi yerine sonuçsuz ve faydasız siyasetinden soğuyan halk sahipsizlik duygusuyla karışık çaresizlik içerisinde. Ülkenin kanını emen bu sorunları düşünecek dermanı, ilgilenecek zamanı da kalmadığından milli meselelerden duygusal kopuş sürecinde. Devlet ve toplumsal yaşamın geleceği açısından en kötüsü bu belki de.
Bu nedenle yerel seçimlere küçük menfaatler, şehir rantları ekseninde kazanımlar yerine toplumun huzur ve refahı, devletin birlik ve bekası açısından bakmak gerek. Türk milliyetçileri başta, her kesimden millici unsurların önceliği bu olacak, aksi halde vebal hepimizin boynunda kalacaktır.