Anatolya
Yirmi beş yıl önce kaçmak zorunda kalmıştı ülkesinden. Neyle suçlandığını bile artık hatırlamıyordu. Hakkında kırmızı bülten çıkarılmıştı. Avrupa’nın her yanını dolaşmış; sonunda İnterpol tarafından Milano’da yakalanmıştı. İtalyan mahkemesinin kararı 25 yıl tecrit cezası idi. 25 yıl sonra cezaevinden çıkmış; bankadaki parasını çekmiş; küçük bir otomobil alarak ülkesine doğru yola çıkmıştı. 25 yıllık tecritten dolayı dünyada ve ülkesinde neler olup bittiğinden haberi yoktu.
Hadriyanopolis sınır kapısından girdiğinde her şeyin çok değiştiğini fark etti. Edirne, İstanbul, İzmit ve Sakarya; Hadriyanopolis, Konstantinopolis, Nikomedya ve Sangaryos adlarını almış ve hepsi tek bir şehir gibi birleşmişti. Konstantinopolis’teki değişiklikler inanılır gibi değildi. Topkapı Sarayı ve Sultanahmet Camii yıkılmış; yerlerine Bizans sarayı ve büyük bir meydan yapılmıştı. Meydanda, elinde altından elma tutan dev bir Justinyanus heykeli vardı.
Çarşıkapı’yı geçince karşısına Saint Barto meydanı çıktı. Meydanın ortasına dikilmiş karşılıklı iki heykel din adamlarını canlandırıyordu. Ak sarı sakalı göbeğine uzanmış Saint Barto’nun elinde haç vardı. Diğer din adamının gözlerinden yaşlar akıyordu ve yaşlar elinde tuttuğu takkeye doluyordu. Kaideye yaklaşarak onun da adını okudu: Fatos Komedyos. Üniversitenin merkez yerleşkesi, Edebiyat ve Fen Fakülteleriyle birleştirilerek büyük bir ruhban okulu haline getirilmişti. Turistlerin doldurduğu alanda yüzlerce rahip ve rahibe adayı dolaşıyordu. Edebiyat Fakültesinin önünden geçerken kulakları Eva Mariya ilahileriyle dolmuştu.
Süleymaniye, Şehzadebaşı ve Fatih camileri yıkılmış; Süleymaniye’den Edirnekapı’ya kadar olan saha Patrik Cumhuriyetinin merkezi hâline getirilmişti. Süleymaniye’nin yerinde Saint Barto kilisesi, Fatih Camii’nin yerinde Santa Mariya kilisesi vardı.
Neler olduğunu yavaş yavaş etraftan öğrenmeye başlamıştı. Gençler Grekçe konuşuyordu; ancak 25 yaş üstündekiler Türkçe biliyorlardı. Anlatılanlara bakılırsa 23 yıl kadar önce ülkede büyük bir devrim yaşanmıştı. Kürtler ayrılıp Kuzey Irak’la birleşmişlerdi. Bayburt-Erzincan-Malatya-Maraş-Antep sınırlarının ötesi Büyük Kürdistan adını almış; Kars, Iğdır, Ağrı Armenya’ya verilmişti. Trabzon’da ise Pontus Cumhuriyeti kurulmuştu. Bu ülkelere girmek için pasaport gerekiyordu.
Sınırlar yeniden çizilirken orta, batı ve güney Anadolu’da kalanlar gerçek kimliklerini keşfetmişler ve Elen soylu asil bir toplum olduklarına karar vermişlerdi. Ülkenin adı Anatolya olmuştu. İnsanların ve şehirlerin adları da hızla değiştirilmeye başlanmıştı. En moda isimler erkeklerde Apostopulos, Makaryos, Yorgo, Perikles, Aleko ve Homeros; kadınlarda Aliki, Zoi, Aleksandra, Elen, Afrodit ve Melina idi. Grekçe, okullarda önce zorunlu ders hâline getirilmiş; sonra öğretim dili tamamen Grekçe olmuştu.
Bir köy ve bir şehir olağanüstü gelişme göstermişti. Önce, âdeta bir efsane gibi anlatılan Potamya’ya gitti. Gözlerine inanamıyordu. Rize’nin de bağlandığı Potamya eyalet merkezi olmuştu. Sezaropolis’i de görmeliydi. Kayseri zaten büyük bir şehirdi ama meydandaki heykel için mutlaka oraya da gitmeliydi. Kayseri, her ne kada Sezar anlamına geliyorsa da “kaysı eriği” gibi Türkçe bir söz dizisini hatırlattığı için adın değiştirilmesi uygun bulunmuştu. Aracını heykelin bulunduğu meydana doğrultmasına gerek yoktu. Zaten bütün yollar Rozçiyan Meydanı’na çıkıyordu. Heykel gerçekten muhteşemdi. Anıt üzerindeki takım elbisenin nasıl bu kadar parlatılabildiği teknik bir sır olarak saklanıyordu. En ihtişamlı görüntü dişlerdeydi. Işıklar saçan beyazlığın nasıl verildiği gizlenmemişti. Kıvrımlı sağ kulağın yanında, üstünde Atina yazan büyük bir diş macunu tüpü vardı. İşte asıl bu, sanatta postmodernizmin simgesiydi. Kaideye yaklaştı; kahramanın adını okudu: Apostopulos Rozçiyan.
Cebinden pasaportunu çıkardı; önce adına, sonra milliyet ve din hanelerine baktı. Orada hâlâ Türk ve İslam yazıyordu. Arabasına bindi; Milano’ya doğru yola koyuldu ve yeni bir tecrit cezası almak için cinayet işlemeye karar verdi.