Alper Çağrı Yılmaz...
Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Milletlerarası Özel Hukuk Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi. Son kongrede, Devlet Bahçeli'nin MYK listesini büyük oranda yenilemesinden sonra, medyada hakkında çıkan "MHP'ye Oxford aşısı" manşetleriyle çekmişti dikkatleri. Gençti. Akademisyendi. Tahkim denetçisi olarak uluslararası alanda faaldi. Popüler klişeyle tanımlanırsa "vizyon sahibi"ydi. Ama "misyon" hanesi de boş değildi; Ülkü Ocakları'ndan yetişmiş, Ülkü Ocakları'nda yönetici olarak kendisi gibi çok sayıda genç yetiştirmişti. 7 Haziran 2015'te İstanbul, 1 Kasım 2015'te Ankara'dan milletvekili adayı gösterildi. Seçilemedi, ilkinde listenin, ikincisinde partisinin milletvekili sayısını yarı yarıya düşürmesiyle neticelenen koalisyon kuramama ve bunun nedenlerini millete anlatamama sürecinin kurbanı oldu. Ve birkaç gün önce, kendisinin de katıldığı, MHP'nin anlam üzerine anlam yüklenen ancak sonucu itibarıyla herhangi bir Grup Toplantısı'ndan farkı olmayan Kızılcahamam Kampı'ndan hemen sonra, sosyal medya hesabından yaptığı tek cümlelik bir açıklamayla MYK Üyeliği görevinden istifa etti.
* * *
Aslında sadece ama sadece "dışarıda" bırakıldığı için, aday yapılmadığı, yapıldığı halde seçilemediği, herhangi bir listede -bu defa- unvan bahşedilmediği için kindar/rövanşist bir üslupla yürüttüğü muhalefeti, ideolojik anlam yüklemeleri, hamaset manzumeleri, "mazi kredisi"yle filan meşru kılmaya çalışan (Bunu MHP'yi kast ederek yazmıyorum, CHP de dahil, AKP de dahil...) siyaset kurnazları(!)nın bol olduğu bir arenada, bir tek cümleyle çoğunun arasından sıyrılan "gerçekliğin" için teşekkür ederim Alper Çağrı Yılmaz...
"Kağıt üzerindeki bir isimden ibaret" olduğunu, duruma ne bir etki ne de bir katkı şansının bulunmadığını kesin olarak hissettiğin anda, bu ortamda siyaset yapabilmenin mümkün olmadığı inancıyla ayrılırken bile, bugüne kadar siyaset yapabilmeyi de yine o yapının yarattığı imkânlarla başardığını unutmadan, "şükranla" ayrılarak, "vefa"yı, çoğunluğun dayatmaya çalıştığı o "yalakalık" kalıbından kurtardığın için...
Siyaseti aşk-nefret ilişkisi düzleminden çıkardığın, bir siyasetçinin Genel Başkanı'na karşı saygı-sevgi beslemesinin onun "yanlış"ta ısrar ettiğini görmesine engel olmadığını, 'sadakat'in ise kişiyi benimsemediği bir üslubun parçası olmaya zorlayan bir mekanizmanın maskesi olarak kullanılamayacağını gösterdiğin ve davasına ihanetle suçlanmaktan korktuğu için vicdanına ihanet eden birçok arkadaşının önünü açtığın için...
Hiçbir sıfatın kişilerin kendilerine duyduğu saygıdan kıymetli olmadığını haykırdığın için aslında...
Ve "büyükler"in hızla küçüldüğü bugünler gencecik yaşta böylesine büyük davranabildiğin için teşekkür ederim... Dilerim; isimlerden ziyade metotlarla mücadeleden yana olanlara güç katar ve Türk siyaseti ideolojik yelpazenin her diliminde, sıkıştığı o "iki dudak arası"ndan tez vakitte kurtulur.
Eh bir de tabii, eklemeden olmaz; Ne varsa gençlerde var kardeşim...
*
Etme bulma dünyası....
Şu fani dünyada kulağımızdan hiç çıkarmamamız gereken küpe: Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli.
***
"Aydın Doğan iyidir, çevresi kötüdür", "Aydın Doğan gibi muhafazakâr değerlere saygılı bir Anadolu insanının yanında, Ertuğrul Özkök gibi askeri vesayetin kucağındaki bir millet düşmanının ne işi var";
Velhasıl-ı kelam, "Onu kov yerine beni al" yazılarını sanki daha dün yazmış gibi. Ki bu bile acıklı bir gösterge aslında Fehmi Koru'nun çakılmasında; o yazıların üzerine aklımızda yer edebilecek başka hiçbir şey yazamamış demek ki... 1. Bilderberg'teki U dönüşü, 2.Abdullah Gül'le kankalığı, 3.Ümraniye operasyonlarına dair işaret fişekleri, 4. 007'cilik hevesi, 5.Ertuğrul Özkök takıntısı...
Bir dönem, sektörün yazılarının satır aralarında -bir bildiği vardır mutlaka diye- neredeyse mercekle ipucu, bir örtülü mesaj, alamet aradığı "kooooooca" Fehmi Koru, geriye dönüp düşününce bunlardan ibaretmiş demek! Ha bir de şu meşhur "kolonya"sı vardı pardon!
***
28 Şubat tutuklamaları başladığı gün yazmıştı: "Hemen bütün darbelerden madalyası bulunan gazetelerin, 28 Şubat (1997) ve 27 Nisan (2007) dönemeçlerinde uğursuz işlevler üstlenmiş bazı yazarları, sütre gerisinde kara bulutların üzerlerinden kalkmasını beklediler uzun süre… Yakın zamanlarda ise, 'Galiba, bir yerlerden kendilerine dokunulmayacağı sözü aldılar' hissi verecek bir cesarete kavuştuklarını izleyenlere fark ettiriyorlardı. Dün baktım, yeni bir güvene kavuşmuşlar, masayı tersine çevirme gayretindeler… (...) Nereden aldılar bu cesareti, işi karşı-saldırıya kadar vardıracak cür'etlerinin arkasında ne var?"
Bir önceki günkü yazısındaki "cesareti(!)"ne tahammül edemediği Ertuğrul Özkök'ü hedef gösterip "e hadi artık dokunun" demeye getirmişti -yine-.
Sonuç: Sev sevme, Özkök hâlâ Hürriyet'te!
30 yıldan sonra hâlâ sıkmamayı, bıktırmamayı, okurun gözünde sıradanlaşmamayı ve en önemlisi yazdıklarını tartıştırmayı, konuşturmayı becerebiliyor. Peki ya Fehmi Koru nerede?
Tam da Özkök'e yaptığına maruz kaldıktan, yani iktidarlıların yeni dönem "kanka"larından biri tarafından hedef gösterildikten sonra, tam da Özkök'ü yollamaya çalıştığı yerde; kapı önünde!
***
Ertuğrul Özkök'e dair yığınla eleştirel yazıdan sonra "bu ne şimdi" diyen olacaktır muhakkak aranızda. Yazarken ben de kendi kendime söylendim böyle aslında. Ama "bu" şu galiba; -Özkök'ün bir idareci olarak yaptıklarından bahsetmiyorum- bir köşe yazarı olarak yazdıkları yüzünden en çok lince uğrayan, hedef gösterilen, ayıplanan, itibarsızlaştırılan vs. yine Özkök oldu. Ve fakat... Fehmi Koru'nun yazdıkları başka insanların mesleklerine, ekmeklerine, özgürlüklerine, itibarlarına en önemlisi hayatlarına mal oldu.
Özkök'ün omuzlarına 12 Eylül'den sonra yaşanan toplumsal dönüşümün belki ama "12 Eylül darbesi"nin vebalini yükleyemeyiz mesela... Ama Koru, bütün o ileri demokratikleştirme cilasının ardında Cumhuriyet tarihinin en ağır sivil darbesinin, Silivri'nin vebalini taşıyacak omuzlarında!