AKP’yi bekleyen meşruiyet krizi
AKP’nin, iş başına geldiği 2002 yılından itibaren iktidar imkânını/fırsatını kullanarak devlet çeşmesinden akan nüfuzlarla testiyi/kasayı doldurduğu 2014 yılında ortaya çıkan görüntülerden anlaşılmıştır.
Çıkarlarını dava edinen siyasi örgütler AKP’nin yaptığı gibi çıkarlarını siyasetlerinin öznesi yaparlar. İktidar gücünü paraya, sermayeye ve mülke çevirmek bu tür siyasetlerin temel amacı haline gelir. Bunu yaparken “milli görüş gömleği” gibi kendilerini sınırlandıran ve sıkan değerleri de sırtlarından çıkarıp atarlar.
2002 yılında Harun seviyesinde (adeta bir lokma bir hırka) dişe dokunacak hiç bir ekonomik gücü olmayan AKP ve yandaşları bugün 2014 yılında Karun gibi zengindirler. Kamufle edilmiş ve sisteme uyarlanmış sayısız iş adamı, televizyonu, gazetesi, vakfı, STK’sıyla AKP siyasetle zenginleşmiş bir gerçeklik olarak bugün vardır. AKP, bir siyasi partinin de ötesinde Türkiye’nin en büyük holdingi haline gelmiştir.
Bu gerçekliğin sonucudur ki AKP iktidarı bir zamanlar birlikte yol yürüdüğü çevrelere karşı eleştirel bir tavır takınınca onlardan tokat gibi şu cevabı almıştır: “Siyaset, servet edinme yeri değil, millete hizmet yeridir. Para kazanmak isteyen siyasiler iş hayatına girsin”.
Sorun buradadır. AKP zihniyeti süreç içinde siyaseti güç devşirerek bunu mülke ve paraya çevirmenin aracı olarak kullanmıştır. İktidar gücünü kullanarak Sabah/atv televizyonunu ele geçirmek böyle bir olgunun ürünüdür. Bunun için ‘yüzer milyon dolar koyacaksınız’ karşılığında ‘hava limanı ve yol ihaleleri alacaksınız’ şeklinde bir denklem kullanıldığı medyaya düşmüştür.
İş o hale varmıştır ki bizzat Tayyip Erdoğan, rüşvet ve yolsuzluk kavramlarına yeni anlamlar yüklemek zorunda kalmıştır. Böylece geleneksel anlayışa göre değil de AKP’nin icraatlarına uygun bir rüşvet ve yolsuzluk tanımı yapılınca vicdanen rahatlanmış olacaktır. Tayyip Erdoğan’a göre rüşvet; “Bir memurla sivilin iş tutması demektir. Onların arasındaki muamelenin adıdır.” Tanımı böylece yapınca TÜRGEV’e yatırılan yüz milyonlarca dolar, rüşvet ve nüfuz kullanmanın dışına çıkmış oluyor.
Tayyip Erdoğan yolsuzluk için de şöyle bir açıklama getiriyor: “Ben yolsuzluk dendiğinde şunu anlarım; devletin kasası soyuluyor mu soyulmuyor mu? ...Devletin kasasından alınan ve çalınan herhangi bir şey olmadığına kesinlikle inancım var. Ayakkabı kutusu içerisinde söylenen olaylar, Halkbank’tan soyulan veya alınan ya da soyulan para değildir”.
TÜRGEV’i rüşvet, ayakkabı kutularıyla literatüre girenleri yolsuzlukta bu tanımlamalar sonucu temize çıkarılmış olmaktadır. Tanım farklılaşınca rüşvet hayır/hasenat, yolsuzluk ise hizmet aracı biçimine bürünmüş oluyor. Böylece iktidar gücü ya da siyasi nüfuz kullanarak elde edilen trilyonluk para ve mülkler yolsuzluktan ve rüşvetten sayılmıyor.
Rüşvet ve yolsuzluk operasyonu sonucu tutuklananların 17 Aralık tahliyeleri her ne kadar Bülent Arınç tarafından “vicdanların sızlaması” olarak nitelendirilmiş olsa da Tayyip Erdoğan’a göre bu ‘hakkın yerini bulmasıdır’. Tayyip Erdoğan kendisini ve yol arkadaşlarını korumak amacıyla hangi yasal değişikliğe giderse gitsin, iktidarını ne kadar uzatırsa uzatsın halk vicdanında yok olan itibarını telafi etme imkânı kalmamıştır.
Ne yapılırsa yapılsın kamuoyunun gözünde hükümete dönük yolsuzluk iddialarının buharlaşıp yok olmayacağı bir gerçektir. Yargı, polis ve devletin diğer kurumlarında olsun, hükümetle son 11 yıldır iç içe çalıştıktan sonra 17 Aralık skandalının ardından hallaç pamuğu gibi dağıtılanların biriktirdikleri de önümüzdeki günlerde AKP’yi rahatsız etmeye devam edecektir.
Yolsuzluk ve rüşveti makulleştiren ve makbulleştiren tutumların da sorgulanacağı bir döneme giriliyor. İşin özeti şudur: 30 Mart sonrası AKP’yi sandığın da aklamaya yetmeyeceği bir meşruiyet krizi bekliyor!