Akengin’in Gece Yarısı Yazıları
“Geceler gebedir, gün doğmadan neler doğar” derdi bir ilkokul öğretmenimiz... Atasözüymüş. Bence şair sözüdür ya da şairce bir söz, diyeni şairdir mutlaka, kayda geçmediği için sonradan anonimleşmiş olmalı...
Geceler gebedir evet, şiir de doğurur, o doğum sancıları öyle tekdüze, ritmik, kontrollü sancılar değillerdir, bir vurur giderler çoğu kez, bir daha olmaz sanırsınız, sonra yoğun gelirler, doğurturlar dizeleri ya da dizelerin benzetme ve çağrışımlarını, eğretilemelerini. Kimi zaman da “doğ artık” dersiniz, ıkınırsınız gelmezler. Gider yatarsınız, “kalk geldim” dediğini duyarsınız, kalkarsınız.
Şairler için olağan işlerdendir bu haller...
Yahya Akengin için de bunun böyle olduğunu, hatta yalnız şiir için değil, düzyazılar için de geçerli olduğunu “Gece Yarısı Yazıları” adlı kitabında yazdıklarından öğreniyoruz.
Günümüz Türk Şiirinin önemli isimlerindendir Yahya Akengin... Düzyazıda da kalem oynatır. Ne ki; romanları, şiirinin gölgesinde kalmıştır, çıkacağı da yoktur, oyun ve denemeleri ise, şiir dili ve imgeleriyle kanatlanarak şiirine koşut bir konuma gelmiştir.
Bu kitap da bir denemeler demeti... Demet ya, demetin çiçekleri özenle, emekle çileyle yetiştirilmiş... Yani “Bin bir mihnet ile bir gül bitirdim” diyen halk ozanınınki gibi, ondan...
Öyle ondan ki, öyle onlardan ki, onlardan seçtikleri bile onların çok bilinmeyenlerinden... Kaç kişi Yunus’un “Kastım odur ki şehre varam/Feryad ü figan koparam” ya da “Yörük değirmenleri gibi dönerler/El ele vermiş Hakk’a giderler” dizelerini görmüş, değerini bilmiş ve yazısına almıştır? Almış Akengin, almakla kalmamış, kitabın tam ortasından da bir tespit yapmıştır: “Yunus Emre, Müslüman Türk halkının ta kendisidir.”
Talat Sait Halman’ı okuyan bu ülkede milyonlar vardır, vardır da o milyonlardan hiçbiri, Yahya Akengin gibi bir Kop Dağı Arısı gözü ve birikimiyle, o büyük edebiyat adamının “Sevmeyi beklerken, beklemeyi sevmişizdir” çiçeğini fark edip onu balını tattıramamıştır...
Yıllar önce yazdım, “Cennetin Kütüphanesi” adlı kitabıma da aldım bu yazdıklarımın bir bölümünü, dedim ki: “Tarihi çekici kılan romanlardır; tarih en iyi, romanlardan öğrenilir. Çünkü romanlar, tarihin ilgilenmedikleri ayrıntıları da kullanırlar. Romanlarda yalnız olaylar ve insanlar değil, duygular, duygusal çözümlemeler ve betimlemeler de vardır. Tarih sıkar kitleleri, hatta aydınları. Roman sıkmaz. Romanın sunuş biçimi, bediiyat ve edebiyatla koşuludur çünkü. Romanlara geçmemiş tarih; yavan, yoksul, çıplak olurdu. Tarih bulağından içmemiş roman ise, köksüz ve işlevsiz olurdu.”
AkenginBeğ, bu bağlamda koşut ve ufuk açıcı görüşler açıklıyor ve bu görüşlerini isabetli örneklerle de destekliyor: “Sadece belgelerle sınırlandırılan tarihin de biraz zevksiz ve kuru olacağına inanırım... Bir edebiyat eserinin kendisi de zamanla tarihin bir parçası olabiliyor. Edebiyat ürünlerinin görevinin tarihi anlatmak değil yansıtmak olduğunu da unutmamak gerekir.”
Bu kitaptan çok söz etmek isterim ama yerim yok. Meraklısı alıp okuyacak Akçağ Yayınları tarafından yayımlanan bu kitabı başka çare yok.
Son bir merak gıcıklayıcı ipucu vererek söze yekûn vurayım; Yavuz Bülent Bakiler’in torbadaki yüzüne dair çok çarpıcı bilgiler var Geceyarısı Yazılarında...