Ah be Hocam...

Kaşı-gözü, saçı-başı, ağzı-burnu, eli-kolu, bakışı, edası, hali, tavrı ve elbette alametifarikası olan gülüşüyle "ben iyiyim, ben iyiyim, ben iyiyim" diye bağırabilir mi bir insan;

İbrahim Dülger, bağırıyordu.

Ve ilginç bir şekilde bu bağırış çarptığı hiçbir kulakta yadırganmıyordu, şüpheyle karşılanmıyor, derhal kabulleniliyordu;

- Sen iyi birisin!

Bir insan, zinhar söze dökmeden, göze sokmadan, böyle algılanmak üzere hiçbir özel gayret sarf etmeden kazıyabilir mi bunu rast geldiği bütün gönüllere:

İbrahim Dülger, kazıyabiliyordu.

***

"Koca profesör(!)"dü; hukuk profesörü... "Dekan"dı... Bir dönem "Bay Kahkaha" diye nam salmıştı...

Hiç mi kasmaz kendini bir insan, hiç mi kasılmaz, hiç mi ağırdan almaz, naza çekmez, yüzüne o asık suratlı "büyük adam" maskesinden takmaz... Hiç mi "çok meşgulüm" ayaklarına yatmaz... Hiç mi "ben de çok isterdim ama..." deyip yokuş yapmaz... Hiç mi kırmaz, dökmez, yakmaz, yıkmaz, öfkesine yenilip pervasızlaşmaz...

Bu adam yapmadı ya...

Acıları oldu, öfkeleri oldu, kızgınlıkları, kırgınlıkları oldu; ama bir gün olsun onların "insanlığını" tüketebileceği eşiğe -değil o eşiği aşmak- yanaşmadı bile.

Mutlu yaşadı; mutluluk yayarak yaşadı.

Umutlu yaşadı; umutlandırarak yaşadı.

Huzurlu yaşadı; huzur vererek yaşadı.

Neşeli yaşadı; neşelenmeyi bilmeyen bir kitleyi gülmenin, güldürmenin, "kahkaha"nın "ayıp" olmadığına inandırdı...

Tebessüm ekti...

***

Biçtikleri mi?

Ne ektiyse kök salmış, dallanıp budaklanmış, çiçek açmış, meyveye durmuş; ama biz yazık ki ancak ölümünden sonra, ancak ölümü vesilesiyle öğrendik o tohumların nasıl güçlü bittiğini...

Çünkü...

Yalan dünya. Fani dünya.

Ama bir de...

Bir Allah kulunun dilinin de arkasından kötü laf etmeye varmayacağı böyle bir adamı bile üzebilen, kırabilen, içinde ukdeler, boğazında düğümler biriktirebilen rezil dünya!

Bir buçuk yıl kadar oldu herhalde; Konya'da görüşmüştük en son İbrahim Hoca'yla...

Gideninin geleninin olduğu telaşlı bir gündü; ertesi gün döneceğimizi öğrenince ne yapıp etmiş, iki arada bir derede koşup gelmişti. Dertleşmiştik biraz. Bir üniversite topluluğunun davetlisi olarak gittiği konferansta, "bizim çocuklar"ın katılımı nasıl engellediğinden, salonu boş gördüğünde hissettiklerinden bahsetmişti; bir tek kötü söz kullanmadan! Uğradığı vefasızlığa, saygısızlığa rağmen, "bizim çocuklar ya, bizim çocuklar" diye diye...

Dün baktım, "bizim çocuklar" da yıkılmış ölüm haberiyle... Tabutuna omuz vermek için yarış var aralarında... "Helal olsun" derken boğazları yırtılıyor adeta...

Değdi mi?

Değiyor mu?

Ne çok zaman, ne çok ölümün ardından sorduğum, yıllardır cevabını bulamadığım o soru bir kere daha kemirip duruyor işte içimi:

Ölümüne gözyaşı dökecekseniz, tabutuna omuz verecekseniz, hoca sorduğunda iyiliğine şahitlik edecekseniz neden, nasıl bu kadar kolay "düşman"laştırabiliyorsunuz "dost"larınızı?

Madem bu kadar seviyorsunuz, neden onları bir nefret çemberine hapsetmeye çalışıyorsunuz?

Madem bu kadar güçlü bir bağ var aranızda neden pamuk ipliği muamelesi yapıyorsunuz; sürekli kafamızın üzerinde sallanıp duran bir "bizimle diyılsın" tehdidi...

***

İnanmış, adanmış, kararlı, hırslı, başarılı, işinin ehli, saygıya değer, hayranlık uyandıran çok insan tanıdım ben.

Ama...

İbrahim Dülger kadar iyi insanı, güzel adamı az tanıdım.

Çok kayıp yaşadım bugüne kadar; ama -bu yüzden herhalde- kişi başına düşen iyilik oranında sert bir düşüşe de yol açacağı için olmalı, pek azında İbrahim Hoca'daki kadar sarsıldım.

İki gün yazmamış bir yazarın ajandasında "DSP"ye yüklenen "bir bölen" misyonundan, Duhok saldırısına, cennet tapusu dağıtmaya cüret edecek kadar gözü dönen siyasilerden, "bir garip ittifak"lara kadar yığınla konu olur; tekerrürden ibaret hepsi. Hepsi bu ülkenin başına defalarca geldi. Defalarca yazdık, defalarca yazacağız. Ama Prof. Dr. İbrahim Dülger gibi biri bu dünyadan bir defa geçti; tekrar da geçer mi, hiç emin değilim bir eşi...

O yüzden -izninizle- bugün, onun ruhuna ithaf buğu bu köşenin her cümlesi...

***

Duyduğumdan bu yana "Ah be Hocam"dan sonrasını getiremedi dilim; her defasında sel aldı gerisini...

Erciyes'te avaz avaz attığımız "kahkaha"yı, beni benden alan "Yaşa Benim Halkım"ı, "Esen Yeller"i, "Hasretindeyim"i, "Yüksek Minare"yi, "Maria"yı, "Dut Ağacı"nı, Hoca'nın söylediği her şarkıyı; ama belki o da "Turnam" gibi çağlar, mekanlar üstüne uçtu diye en çok "Turnam"ı tekrar tekrar dinledim...

Dinledikçe "bu şaka" diyecek birini bekledim.

Gelmedi.

O zaman ben de, "kalbi sadık olan sağlara" hocamın selamını ilettim...

Konduğu yer cennet olur inşallah!

Yazarın Diğer Yazıları