Adaylık güncesi
Doğrunun dokuz köyden kovulma nedeni sayıldığı, en halisane niyetlisinden, en küçüğünden dahi olsa eleştirinin affı olmayan bir suç olarak siyasi sicillere işlendiği bir çağda bari, hiç değilse, en azından özeleştiri kültürünü geliştirebilmiş olmalı insan. Eşin dostun önünde ifade etmeyi yediremediklerini kendi kendine fısıldayabilmeli içinde...
O da mı zor?
'Ti'ye almak' gibi çok daha zararsız, hasarsız bir metot var, bir de onu deneyin o zaman... Asık suratlı söylediğinizde maazallah kırk şerre yorulacağından korktuklarınızı; okuyanın, dinleyenin yüzünde bir muzip tebessümden ötesine yol açmadan da haykırabilirsiniz pekala...
Avukat Uğur Tarhan öyle yapmış... Siyasetle ilgili hemen herkesin az buçuk hakim olduğu "adaylık başvurusu" anını öncesi ve sonrasıyla öyle bir kaleme almış ki; okuyun istedim; şu zor günlerde gülümseme garantili:
"Sevgili Günlük;
Bugün çok heyecanlı bir gündü...
Sabah ezanı ile başladım güne. En kıyak lacilerimi çektim üstüme. Cüzdanımı, telefonumu, evraklarımı aldım. Önce benzinciye uğramalıydım. Pompacıya gerine gerine ''fulle'' deyişimi görmeliydin. Sanırsın daha başvuru yapmadan kontenjandan listeye girmiştim.
Adettendir diye Berceste'de durup bir kahvaltı yaptım. 50 lira hesap verince başım göğe ermiş gibi hissettim. Sanki karnım her zamankinden çok doymuştu. Neyse, hamama giren terlerdi. Güneş gözlüklerimi takıp tekrar marşa bastım. Saat 10 gibiydi, bir baktım, işte güzel Ankara'daydım.
Genel Merkez'in otoparkında zar zor yer buldum. Maşallah duyan gelmişti sanki. O heybetli binayı, o kalabalığı görünce gözlerim doldu. Orhun Kitabelerinin önünde resim çektirirsem çok mu geblo görünürüm diye düşündüm. Sonra ''ağır ol oğlum, sen vekil olacaksın!'' dedim kendi kendime. Bu düşüncelerle içeri attım kendimi. X-Ray'de ''dııt'' sesi geldi ama arayan soran olmadı. ''Ulan, silahım var kolpası yapayım mı acaba?'' dedim ama ''boşver yakışmaz oğlum git başvurunu yap!'' diyen iç sesimi dinledim yine. Ne geldiyse başıma o iç sesi dinlemekten gelmişti ya, neyse vardı heralde iç sesin bi bildiği.
Masaların önü kalabalıktı ama işler çabuk halloluyordu. Evraklarımı verdim. Özgeçmiş, el yazılı dilekçe, askerlik belgesi, diploma falan derken işte o an geldi. Personel, ''adli sicil kaydınız var, sabıkalısınız'' dedi.
''Yav gardaş eski bir kavga mevzusu, sildirmeyi ihmal ettik, duruyor işte!'' dediysem de personel ''yok beyefendi sabıkalısınız işte'' demez mi? Ulan bütün havamız söndü, karizmamız dağıldı. Mazi gözümde bir bir canlandı. Kafamın içinde ''hayat bana yine yalan söyledi'' şarkısı vardı.
Neyse, güç bela başvuruyu yaptık. Şimdi sıra diğer önemli işlerdeydi. Komisyon üyelerini gezmek lazımdı. Bir de nasip olur Genel Başkan'ı görürsek bu iş olmuş demekti. Zira tahminlerime göre bu işlerde son sözü daima Genel Başkanlar söylerdi.
Komisyon üyeleri yoğundu ama hallerinden memnundu. Gelene çay söylüyorlar, hayırlı olsun diyorlar, duruma göre bir küçük seminer çekip gönderiyorlardı. Odadan her çıkan, ''başgan sağolsun beni tanıdı'' hissine kapılıyordu. Bu iyi bir şey miydi? İyi olmaz olur mu, elbet iyiydi, şu koskoca binada tanınmak kolay iş miydi?
Komisyon üyeleri tamamdı. Sıra Genel Başkan'a gelmişti. Ona kendimi göstermem ve etkilemem gerekirdi. Ve bunu yapmak için çok süremin olmadığının farkındaydım. Özel kalemde sıra çoktu. Adımı yazdırıp beklemeye başladım. Küçükken hastaneler de böyleydi. Sabahtan gelir adımızı yazdırır, sonra sıra gelince içeri girer muayene olurduk. O zamanlardan alışıktık biz doktorları beklemeye.
Adımın okunmasıyla ayağa fırlamam bir oldu. Adımı bağırarak söylediklerinde kendimi Monte Kristo Kontu sandım. Hızlı adımlarla makamın kapınsa yöneldim ve otomatik bir hareketle genel başkan'ın eline doğru eğildim. Genel Başkan ''hayırlı olsun'' dedi.
Sıra vardı, çıkmalıydım ama bir şey de söylemem lazımdı. Saniyeler hızla geçiyordu, genel başkan bana, ben ona, özel kalem bize bakıyordu. Sanki Balgat'ın tüm ağırlığı dilimin ucundaydı da dilim dönmüyordu. ''Hadi oğlum önemli bir şey söyle'' diyordu içimdeki o baş belası ses! Terleyen ellerim ve artan kalp ritmim arasında ağzımdan şu şözler döküldü.
''Binanın dış cephe kaplaması eskimiş sanki efendim!''
Laf ağzımdan çıktığı anda üç dilek hakkım olsa, birincisi ''görünmez olmak'', ikincisi ''yerin yarılması ve içine girmek'', üçüncüsü ''derhal ışınlanmak'' olurdu herhalde. Bunca yol, bunca poz, bunca hareketin sonunda ''dış cephe eskimiş sanki efendim!'' ne demekti?
Neyse ki Genel Başkan gülümser gibi, ''dış cephe işiyle mi ilgileniyorsunuz?'' diyerek beni bozmadı. Lakin mesleki tecrübelerimle sabitti ki, ceza verecek hâkimler gülümser, beraat verecek hâkimler sert yapardı.
Bu halet-i ruhiye içinde ''yok efendim avukatım'' dedim ama benim cılız cevabım özel kalemin sıradaki aday adayı anonsuna karışarak kayboldu.
''Ulan bir daha eline sarılsam durumu düzeltebilir miyim?'' diye düşünmek için bile çok geçti artık. Sessiz şekilde makamdan çekilmek ve bir daha boyumuzdan böyük (!) işlere kalkışmamak gerektiğini anlamıştım.
Balgat'ın merdivenlerinden inerken arkamı dönüp, o heybetli binaya bir daha baktım.
Babamın partisi, benim partim ve dilerim ki oğlumun partisi olarak yüreğimizde yaşasın yeterdi!
Gün gelir, devran döner, sevenler kavuşurdu elbet!
Hoşça kal günlük..."
*
O hâkimler kaçacak mı?
Balyoz Davası'nda yargılanan bir çok subayın savunmasını üstlenen Avukat Hüseyin Ersöz hem kendisinin hem de müvekkillerinin taşıdığı endişeyi paylaşmış:
"Balyoz Davası'nda beraat eden sanıkların haksız tutukluluktan kaynaklı açacağı davalarla yaklaşık 450 milyon TL tutarında bir tazminat talebinin olacağını yazmıştım.
Talep edilecek tazminatın fazlalığına bağlı olarak bu tutarın halkın sırtına yüklenmemesini ve "görevini kötüye kullanan" hâkim ve savcılardan istenmesinin mümkün olduğunu belirtmiştim.
(...) Büyük bir kısmı hukuka aykırı dinleme kararları nedeniyle meslekten ihraç edilmiş olan bu kişilerin nerede yaşadıkları ya da "halen ülke sınırları içinde olup olmadıkları" dahi meçhul.
Bir dönem Beşiktaş Adliyesi'nde görev yapan bu kişilerin verdikleri hukuk dışı kararlar ve hayata geçirdikleri uygulamalar ile maddi manevi birçok zarara sebebiyet verdikleri, "küçük bir zümre dışında" tüm kamuoyu tarafından kabul edilmiş durumda.
Ancak bu kişilerin adaletin önüne çıkartılmaları için gerekli tedbirlerin alınması da zorunluluk arz ediyor. Burada kastettiğim kesinlikle bir tutuklama kararı değil. Bunu, yurt dışına çıkamamak ve diğer adli kontrol tedbirleriyle sağlamak mümkün.
Keza hakkında başka bir soruşturma kapsamında yakalama kararı talebi olduğunu "öğrenen", Balyoz Davası'nda mahkeme tarafından verilen yakalama ve tutuklama kararlarının kanuna uygun olduğu mütalaası vermesiyle tanıdığımız Cumhuriyet Savcısı Celal Kara'nın yurt dışına kaçtığı biliniyor..."
*
Köstebek şehri
2006 yılından bu yana periyodik olarak "kazılan" Denizli'de halk 2015 itibarıyla yeniden başlayan kazı çalışmalarına isyan ediyor. Geçmiş kazılara, şehri yönetenlerin "bir kez yapacağız bir daha sıkıntı olmayacak" telkinleri doğrultusunda sabır gösteren diğer Denizlililer gibi Coşkun Telciler de bu sözlere rağmen şehir yeniden köstebek yuvasına dönünce soruyor:
- Denizli belediye başkanları, kazarak ne bulmaya çalışıyorlar?