Konuşmamız sırasında, bir ara, kendisinin resimlerini istedim; çünkü, o sırada Ankara’da bunları bulmak mümkün değildi. Bu olayı, birkaç hafta sonra, İstanbul’da Batılı bir dosta lâf arasında anlattım. (Kemal’in) ne söylediğini sordu. Resimleri ertesi gün göndereceğini söyledi, dedim. Gönderdi mi? sorusuna, evet diye cevap verdim. Arkadaşım, (uzunca) bir düşünceye daldı. 30 yıl kadar İstanbul’da yaşamış olan bu dost bana şunları söyledi: Eğer bir Türk dünyada sana herhangi bir konuda kesin bir söz verir ve bunun için seni bir ay bekletmezse, bu ülkede mutlaka bir inkılâp olmuş demektir..."
Üçüncü örnek, Alman kökenli Amerikalı yazar Hans Kohn’a ait. 1933 yılında yayımlanan "Türkiye Cumhuriyetinin On Yılı" başlıklı yazısında, yazar şu hususlara değiniyor: "Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanlığına getirilmesi, (Türkiye’deki) yeni gelişmelerin sembolü idi... Bu enerji dolu, amaçlarından emin, korkusuz liderin yetenekleri, çağın genel akışından da yararlanacak düzeyde idi; böylece, devletin yapısında, kanunlarında, ekonomisinde ve kültürel hayatında tam bir değişiklik yapabildi... 1922’den beri İtalya’da, bu yılın (1933) başlangıcından beri Almanya’da olduğu gibi, Türkiye’de de siyasal işlerin güdümü bugün bir liderin kişiliğine bağlıdır. Bununla beraber, gerçekte bir fark var. O da, Türk Duçe’sinin (liderinin), iç reformlar üzerinde işe koyulmadan önce, dış politika alanında halkın isteklerini karşılama hususunda serbest kalmasıdır ve Gazi (diğer bir deyişle, Muzaffer) sıfatını bu gerçeğe borçludur...
İç işlerde Mustafa Kemal’in politikası, milliyetçilik, lâiklik ve sanayileşme gibi, üç ilkeye dayanır... (Tarihî gelişmeleri dikkatle göz önünde bulunduran) Mustafa Kemal, Osmanlı Devleti fikrinin niçin korunamayacağını, Turan ırkı düşüncesinin niçin gerçekleştirilemeyeceğini anladı. Gerçekçi bir ruhla, Türk halkının ana yurdu olarak, Anadolu ile yetindi ve bölünmez dikkatini, o zamana kadar İmparatorluğun yükünü hiçbir karşılık görmeksizin taşıyan Anadolu köylüsü üzerinde toplamaya karar verdi... (Türkiye’de) milliyetçilik, lâiklikle el ele gider. Ulusal devlet (fikri), bir kez en üst düzeyde teşkilât şekli olarak benimsenince; din, gerek kamusal, gerek bireysel yaşam bakımından; daha önceki hâkim etkisinden büyük ölçüde sıyrılmıştır... (Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna kadar) Türkiye, (ekonomik alanda) yarı sömürge halindeki bir ülke olmuştu. Yabancı kapitalizmin boyunduruğu altında idi... Mustafa Kemal’in (savaşta) kazandığı zafer, ülkeyi (kötü ekonomik) koşullardan kurtarmayı ve ulusun yararına olmak üzere, millî üretim kaynakları vatandaşlar tarafından kullanılan bir devlete dönüştürmeyi mümkün kılmıştır... (Devam edecek)