100 yıl sonraki mesnetsiz hayaller ve Suriye politikası

100 yıl sonraki mesnetsiz hayaller ve Suriye politikası

Dr. Mehmet ALKANALKA yazdı - 100 yıl sonraki mesnetsiz hayaller ve Suriye politikası

Terörle mücadeleyi uzun süre başarı ilen sürdüren Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’ni; önce askerî vesayet maskesiyle hedef hâline getirdikten sonra FETÖ eliyle başlangıçta inanılmaz acımasız operasyonlar ile nitelikli ve liyakat sahibi değerleri tasfiye edildikten sonra, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ile de Hükûmet ve Yüksek Askerî Şura (YAŞ) tarafından terfi ettirilen FETÖ’cüler, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve TSK’ya bir utanç gecesi yaşattılar. Bu yolda önemli dönüm noktalarına baktığımızda; sözde askerî vesayet ve demokratikleşme iddiaları ile başlayan ve 12 Eylül 2010’daki YAŞ disiplin kararlarının yargıya açılması ve askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önünü açan Anayasa değişikliğinde her nedense YAŞ terfi kararları “TSK’da disiplin bozulur” gerekçesiyle yargıya açılmadı. Bu değişikliklerin de etkisiyle bir taraftan Balyoz ve Ergenekon süreciyle TSK’nın medya ve siyasi destekli yoğun vahşi sürek avı ile komuta yapısı çökertilirken, diğer taraftan da YAŞ terfi kararlarının yargıya kapalı olmasının anayasal dokunulmazlığı ile FETÖ general seviyesinde TSK’yı tamamen körleştirdi.

Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, TSK’nın da Körfez Harekâtına katılacak askerî koalisyon güçleri arasında mutlaka yer almasını ve Irak’ın kuzeyinde ikinci bir cephe açılmasını istemesine rağmen, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay buna karşı çıkmış, karşı çıkma nedeni olarak da; “Harekât Kuzey Irak’la sınırlı kalsa bile siyasal açıdan etnik sorunun tüm bölgeye yayılma riski taşıması” ihtimalinden bahsetmiştir. Ancak, süreçler TSK’yı “Çözüm Süreci” adı ile başlayan ve “Akil Adamlar” destekli siyasi inisiyatifin sonunda Türkiye’de başlangıçta pasifleştirilen TSK’nın da etkisiyle geniş bir politik ve askerî manevra alanı bulan terör örgütü tarafından gerçekleşen başka bir başkaldırı girişimi ise şehitler verilerek bastırılmıştır. Türkiye’nin Suriye politikası ise Torumtay’ın “siyasal açıdan etnik sorunun tüm bölgeye yayılması riski” öngörüsünün de ötesine geçerek, Türkiye’ye kontrolsüz kitlesel göçler sonucu demografik ve hem dış hem de iç güvenlik sorunlarının daha da artmasına neden olmuştur.

Yangını önceden görmek

Irak’ta, Suriye’de, Güneydoğu’da ve 15 Temmuz 2016’da yaşananlara bir de bu açıdan bakmak gerekir. O zaman, yangını önceden öngörerek tedbir almak zorundasınız. Önemli olan; devlet ve kurmay aklı ile olayları o noktaya gelmeden darbenin/başkaldırının başlamasını önlemektir. Çünkü güç konuşunca Nizamülmülk’ün Siyasetname’de isyanlara yönelik olarak belirttiği gibi; “eli güçlü olanlar keyfince davranır.” Bunun için de öncelikle mesnetsiz ideolojik hayallerden ve ne idüğü belirsiz isyancı devlet dışı aktörlerden uzak durmak gerekmektedir. Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam” kitabından iki önemli alıntıyı yüzyıl sonra tekrar hatırlamakta fayda vardır;

“23 Temmuz 1908’de hürriyetin yahut meşrutiyetin ilanı, …Zaten ihtilalin getirdiği şey, dört kelimeden ibaretti. Hürriyet, adalet, müsavat, uhuvvet… Türkler, Bulgarlar, Rumlar bu manaları diledikleri gibi kendi taraflarına çekiyorlardı… Ama bunlardan babama bahsettiğim zaman, o sadece susardı. Derin derin düşünürdü… - Allah hayırlara tebdil etsin ama oğlum, devletle oyun olmaz.”

“Anlaşılamayan, sırrı çözülemeyen bir sıra olaylar birbirini kovalamaya başladılar. Girit, Tuna eyaletleri, Bosna-Hersek geri alınamadıkça başka, kimse daha ne olduğunu anlamaya vakit kalmadan, Osmanlı Afrika’sı (Trablusgarp-Bingazi) ile Ege adaları da elden çıktı. (1911) … Bu yıkılış, artık, sadece bir devletin mağlubiyeti değildi. Mesnetsiz bir hayalin sona erişiydi. Bir ruhun, bir zihniyetin tamamen çöküşüydü. Bir masal, bir imparatorluk masalı sona eriyordu. Meğer bizim saltanat zannettiğimiz şey, sadece bir gaflet uykusuymuş.

Küçük ve tamamlayıcı savaşçıklar kapsamındaki başta gerilla harbi olmak üzere tanımlanan kavramlar muhasım silahlı kuvvetlerini ve hedef ülkeyi zayıflatmak maksatlarıyla yapılan faaliyetlerdir. Örneğin 1916-1918 Arap Ayaklanması, Osmanlı Ordusu’nu zayıflatarak işgale hazır bir hâle getirmişti. Aslında 100 yıl sonra ABD’nin Gayri Nizami Harp adı ile İngiltere’nin geçmişte yaptığı yapmış olduğu faaliyetlerine devam ettiğini görüyoruz. ABD Özel Kuvvetler Talimnamesinde ABD’nin gayri nizami harp uygulamalarına ilişkin oldukça önemli bulgular dikkati çekmektedir. Bunların başında; “Dünyanın otoriter rejimlerle dolu, yönetilmeyen veya yönetim dışı kalmış topraklar nedeniyle tehlikeli bir yer olmaya devam edeceği…” ifadesi oldukça anlamlıdır. Hâl böyle iken kuvetler ayrılığına dayalı, liyakate önem veren ve kurumların güçlü olmalarına dayalı demokratik parlamenter sistemin Anayasa Değişikliği ile OHAL döneminde değiştirilmesi nedendir?

ABD, kendi doktrinlerine aykırı davranmakta

ABD, gayri nizami harbin yanında Vietnam sendromunun da etkisiyle gereksiz savaşların tekrarını önlemek ve sorumluluğun askerlerden ziyade siyasi karar vericilere ait olması adına çeşitli doktrinler de geliştirmiştir. Bunlardan bir tanesi de Weinberger-Powell doktrinidir. Weinberger, ABD Savunma Bakanı olarak ABD Silahlı Kuvvetlerinin yurt dışında kullanılmasına yönelik 6 temel prensip belirlemiştir;

1-ABD’nin hayati millî menfaatleri, risk altında mıdır?

2-ABD, kazanmak için yeterli kuvvetleri tahsis etmek durumundadır.

3-Açık politik ve askerî hedefler belirlenmiş midir?

4-Askerî kuvvet söz konusu hedefleri elde etmek için gereken güce sahip midir?

5-Bu destek hem Amerikan halkı hem de ABD Kongresi tarafından desteklenmekte midir?

6-Askerî güç kullanılmadan önce diğer seçenekler (diplomatik, ekonomik, v.b.) tüketilmiş midir?

Dönemin ABD Genelkurmay Başkanı Colin Powell bu 6 maddeyi genişleterek 8 maddeye çıkarmıştır.

1-ABD’nin hayati millî bir menfaati tehdit edilmekte midir?

2-Açık tanımlanmış ve ulaşılabilir hedeflerimiz var mıdır?

3-Riskler ve maliyetler şeffaf ve bütün yönleriyle ortaya konulmuş mudur?

4-Askerî olmayan diğer bütün seçenekler tüketilmiş midir?

5-Bir çıkış stratejisi belirlenmiş midir?

6-Askerî harekâtın bütün sonuçları değerlendirilmiş midir?

7-Politikalarımız Amerikan halkı tarafından desteklenmekte midir?

8-Gerçek ve geniş bir uluslararası kamuoyu desteğimiz var mıdır?

Yukarıdaki maddeleri ABD açısından değerlendirdiğimizde, ABD’nin hem Afganistan’da hem de Irak’ta kendi doktrinlerine aykırı davrandığı açıktır ve bu Suriye için de geçerlidir. ABD; Afganistan ve Irak’ta 11 Eylül terör saldırıları ile başlayan askerî harekâtlarında başlangıçtaki kamuoyu desteğini kaybetmiştir ve bir çıkış stratejisi olmadan ayrıldığı her iki ülkedeki bedelleri büyük oranda hiçbir ilgisi ve sorumlusu olmadığı Türkiye’ye yüklemiştir.

ABD açısından Suriye ve Suriyeli konusuna baktığımızda ise; ABD’nin Suriye’de hayati bir menfaati tehdit altında değildir, açık tanımlanmış ve ulaşılabilir bir hedefi de yoktur, askerî olmayan bütün seçenekleri tüketmemiştir, bir çıkış stratejisi mevcut değildir, Suriye’deki askerî ve gayri nizami harp faaliyetleri Amerikan halkı tarafından bırakın desteklenmesini belki de Amerikalılar farkında bile değildir, geniş bir uluslararası desteği de bulunmamaktadır zira NATO müttefiki bölgedeki tek komşu devlet Türkiye Cumhuriyeti tarafından bile ABD’nin Suriye politikası desteklenmemektedir.

Algı operasyonlarına son verilmeli

Türkiye açısından baktığımızda ise; en önemli parametre olarak Türk halkı tarafından Hükûmetin Suriye ve Suriyeli politikasının desteklenip desteklenmediği konusu bulunmaktadır. Böyle hayati bir konuda Türkiye’de bir referandum yapılması ve medyadaki algı operasyonlarına son verilmesi büyük önem taşımaktadır. Suriye Devlet Başkanı ile diplomatik görüşmelerin gündemde olması askerî seçeneklerin dışındaki diğer yöntemlerin tüketilmediğini teyit etmektedir ve bu bakımdan umut vericidir. Açık tanımlanabilir ve ulaşılabilir hedeflerin olup olmadığı ve bir çıkış stratejisi konusunda Türk halkının bilgilendirilmesi stratejik iletişim açısından büyük önem taşımaktadır.

Sonuç olarak; Türkiye’nin ve Suriye’nin toprak bütünlüklerinin tanınmasının ve garanti edilmesinin, Adana Mutabakatı’nın tekrar hayata geçirilmesinin, Suriyelilerin yerinde kal prensibi ile kendi anavatanlarına temel haklarının garanti altına alınması suretiyle dönmelerinin önemli ve hayati bir konu olduğu değerlendirilmektedir.