Susmadık ama sıra bize geldi!
Türk Milleti, yönetenlerin yanlış politikaları sonunda, Dağlıca örneğinde olduğu gibi şehitler vermeye devam ediyor. 2002 yılında asgari düzeye indirilmiş olan PKK terörü, ABD'nin 2003 yılında Irak'ı işgal etmesi ve örgütü C-4 ve A-4 denilen patlayıcılarla donatmasıyla birlikte yeniden başladı. Çözüm süreci boyunca neler olduğunu ise dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan, canlı yayında açıkladı:
"Çözüm Süreci'ni bunlar adeta Güneydoğu'da, kısmen Doğu'da kendileri için silâh stoklama süreci olarak değerlendirdiler. Çok ciddi bir silâh stoklaması yaptılar. Burada bu süreç içinde güvenlik güçlerimiz, tabii 'herhangi bir çatışmaya, şuna buna girmeyelim' dediler ama daha sonra anladık ki bu süreç içinde bunlar bunu yaptılar."
Oysa, "Çözüm Süreci" boyunca "herhangi bir çatışmaya, şuna buna girmeyelim" diyen güvenlik güçleri değildir; bu yönde siyasi iradeden emir almışlardır?
***
Biz işte bu politikaları eleştirdiğimiz için kamu gücünü elinde tutan siyasi irade tarafından hep yok sayıldık. Yine seçim süreci geldi ve Cemaat medyasına yönelik operasyonlarla birlikte, bütün muhalif basına yıldırma ve sindirme harekâtı uygulanmaya başlandı. Öyle ki, "Cumhurbaşkanı'na hakaret" ettikleri iddiasıyla soruşturma ve davalar artınca Sözcü gazetesinin yazarları bir gün köşelerini sansür dönemlerindeki gibi boş bıraktı.
Derken Erdoğan'ın canlı yayındaki "400 milletvekili olsaydı, bunlar olmazdı" yolundaki açıklamasını yanlış yorumladığı gerekçesiyle Hürriyet gazetesi 200 kişilik AKP grubu tarafından basıldı! Zaten Ertuğrul Özkök de yazılarına ara vermek zorunda kalmıştı. Habertürk'te Fatih Altaylı, hâlâ siyasi yazı yazamıyor!
***
Bu arada Türkiye, Dağlıca'dan haber bekliyor ama ertesi güne kadar herkes orada neler olduğunu ancak Reuters haber ajansından öğrenebiliyordu.
Bu olayın üzüntüsü içindeyken, hakkımda bir soruşturma evrakı geldiğini öğrendim. Soruşturmanın konusu, "Cumhurbaşkanı'na hakaret!"
Yazar arkadaşımız İsrafil Kürşat Kumbasar hakkında da aynı iddiayla soruşturma başlatıldı. Ayrıca MHP milletvekili Atilla Kaya'nın Tayyip Erdoğan'a yazdığı açık mektuba yer verdiği gerekçesiyle Yeniçağ Gazetesi Genel Yayın Müdürü Hayri Köklü ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü Timuçin Mert hakkında da yine "Cumhurbaşkanı'na hakaret"ten dava açıldı! Ankara Temsilcimiz Ahmet Takan ise önce adliyeye uğruyor, daha sonra büroya geliyor.
Bütün davalar, "Cumhurbaşkanı'na hakaret"ten açılıyor! Hürriyet'i basanların gündeminde de Tayyip Erdoğan var ve "Seçim sonucu ne olursa olsun seni başkan yaptıracağız" diyorlar. Hürriyet'i basanların odaklandığı konu, Tayyip Erdoğan'ın başkanlık arzusunun önündeki engellerin ortadan kaldırılması!
***
Soruşturulan yazarların sayısı o kadar fazla ki ifade vermek için savcılığa değil Emniyet'e davet ediliyorlar. Bu kadar köşe yazarı hakkında, aynı dönemde, üstelik seçim öncesinde ve aynı günlerde "Cumhurbaşkanı'na hakaret"ten soruşturma ve dava açılması manidar değil mi?
Şimdi bu durumda gazeteciler görevlerini nasıl yapabilir? Basın özgürlüğü, sadece gazetecinin özgürlüğü değil halkın özgürlüğüdür. Bu dava ve soruşturmaların aynı dönemde yoğunlaşması tesadüf olabilir mi? Bu kadar gazeteci, hep birlikte "Cumhurbaşkanı'na hakaret" etmeye mi karar vermiş?
Yargıtay Ceza Genel Kurulu, "kurumların manevi şahsiyeti ile bireylerin işlem ve politikaları özdeşleştirilemez" diyor. Yani Tayyip Erdoğan'ın söylem, işlem ve politikaları eleştirilince Cumhurbaşkanı'na hakaret edilmiş olmuyor!
Hani "susma sustukça sıra sana gelecek" diye slogan atılır ya, gerçi biz hiçbir zaman susmadık, halkın gerçekleri öğrenmesi için hangi dönem olursa olsun gazeteci olarak görevimizi yaptık ama sıra bize geldiğine göre basının tamamen susturulmak istendiği ortaya çıkıyor.