Şehir diyende...
Türküleriyle; öykü ve şiirleriyle gitmek bir şehre, daha adım atmadan... Fıkraları ve nükteleriyle sevmek, gülüvermek. Ve bir gün yolu düşüvermek o şehre.
Düşünce kim neye, neyine bakar o şehrin? Bu, düşene göre değişir. Ben kendi baktıklarımı diyeyim. Dağlarına bakarım öncelikle, dağlarıyla görkemli olurlar şehirler, bir yüksek hâkimin cübbesinin yakası gibidirler o dağlar, şehirlerin üstünde saygı, kimi zaman kaygı ve güven uyandırırlar. Varsa kalesi de ilgi alanım olur. Kaleleri bilmek, önemini bilmek, yücesine ermektir. Heykellerine ve anıtlarına da bakarım varsa (yoksa düşer o şehir gözümden). Kadınlarına bakarım tabii ki. Sokak çalgıcılarına bakarım çünkü uygarlık göstergesidirler onlar, onlara para da veririm. Dilencilere ise hiç iyi gözle bakmam, eksi puan alır o şehir benden bu yüzden, dilencilere, hele de Tanrı'yı kullanmaya kalkışanlarına bit'imi bile vermem.
Ağaçlarına çok bakarım, konuşurum da kimileriyle sessizce, onlar duyarlar beni.
Şivesine kulak asarım şehirlerin, şaşırtıcı gelir kimisi, kimisi güldürür insanı, kimisi pek cana yakındır.
Ve "Nesi meşhur?" sorusu... Bu soruyu da hemen sorarım, yanıtına göre de not veririm o şehre. El sanatlarına, üretimine, ağız tadına, yaratıcılığına bakarak.
Ya kitapçıları, kütüphaneleri? Bu bakımdan yayan, yetersiz kalan bir şehir düşer gözümden. Müzeler de öyle, bir şehrin müzesi olmalı ve o şehirde oturanlardan hiç kimse kalmamalı o müzeleri görmeyen.
"Türbeler ve camiler" mi diyorsunuz? Diyeyim onları da. Türbeler; öyküleri ve mimari değerlerine göre değer bulurlar bende. Yakıştırma, uydurma, safsata da olsa kimi evliya söylencelerinde gerçeküstü öykülere taş çıkartacak derin ileti ve anlamlar vardır. Ya camiler? Ecdadın estetik duyuş ve özenle ve olağanüstü yaratıcılıkla yaptıkları dışındakilere zerre kadar değer vermem. Çoğu, o şehrin kimliğine, kültür birikimine, hoşgörüsüne ve geleceğine ihanet içindedirler. O pis-bet yeşile boyanmış (sanki Tanrı başka renk yaratmamış), zevksizlik örneğidir neredeyse tamamı.
Yeşil dedim de, şehirlerin başat/baskın renkleri vardır aslında. Bunu dikkatli gözler görürler ancak. O renk o şehrin belleğidir, imgesi ve simgesidir; söz gelimi Rize'de baskın iki renk sizi sarıp sarmalar; çay yeşili, Karadeniz mavisi...
Ve vapurlar, vapurlu şehirler bir başkadır benim gözümde. Vapurla varmak bir şehre, vapurla ayrılmak bir üstünlüktür benim gözümde. Niye öyledir diye sormayın. Öyle işte, öyle duyumsuyorum.
Peki ya uzun yıllar yaşanılan şehirler? Onlar ne ile özdeştirler benim için ve birçok kimse için? Sevgilidir, ilk aşktır kimisi: "Türkülerinden emdim/İlk sende sevdim/Dünya görüşümün harcı karıldı/Sözüme öz kattın yarenliklerde"
Okuldur, diplomadır kimi şehirler. Bir şehir ekmek parası. Bir şehir nişan-düğün. Ve bir şehir sürgündür, bir şehir siyaset. Bir şehir doğduğum yerdir, birisi ölümdür, mezarlıktır, size kocaman bir öyküyü anımsatan baştaşlarıdır. Askerliğinizdir şehrin biri de, anıları en kalıcı olan.
Şehir deriz de, doğduğumuz yer, baba yurdumuza dair dizelerimizden sunmadan durabilir miyiz?
Onlarla bitirelim: "Köküm kütüğüm Bayburt/Çoruhla beni bir tut/Göçse de her an gurbet ellere/ Çoruh Bayburtludur/Gürül gürül akıp giden/Yürekleri yakıp giden/Tükenmez bir Bayburtlu"