Öncelik, IŞİD’de mi, Esad’da mı?

Türkiye, ne yazık ki yavaş yavaş, “bunalımlı” bir Orta Doğu ülkesi haline getiriliyor.

Coğrafyamızda yaşananlar, terörün ötesinde “siyasi krizler” oluştururken, gittikçe tehlikeli sinyaller veriyor.

Bu “kahredici” gidişata endişe duymamak elden gelmiyor.

Yıllardan beri, “inatçı” ve “asabi” politikaların savurduğu virüslerin tahribatı, şimdi kendini açıkça gösteriyor.

Kötü tohumlar, artık hem de başkaları tarafından biçiliyor.

Orta Doğu bataklığına saplanan bir Türkiye’de, ne olduğundan habersiz veya bilgisiz milyonlarca “samimi” parti sempatizanı “tevekkül” içinde bocalıyor.

Ancak, gerçekler ne “hamasi” sözler, ne “fevri” davranışlar ve ne de, televizyonlarda sürekli boy göstermekle sıvanmıyor.

Vatandaşların büyük bölümü, “şaşkın” ve “dehşet” içinde olmasına rağmen, sesini çıkarmıyorsa da, bu “dengesiz” tutum karşısında sabırlarının tükenmeyeceği anlamı çıkmıyor.

Türkiye ve sözde onu yönetenler nereye?

Ülkenin kurtuluşu, öncelikle sağduyunun yeniden sağlanmasından geçiyor.

Kısaca, Türkiye’nin iflas eden dış politikasının çok acil değiştirilmesi büyük önem arz ediyor.

Her şeyden önce, “kısır” Suriye politikasından ve mezhebi değişik olduğu için Esad düşmanlığından vaz geçilmesi gerekiyor.

Her an yeni yeni ve tehlikeli olayların patlak verdiği, değişkenlik gösterdiği bir Orta Doğu’yu sadece bir diktatörün iktidarıyla değerlendirmek, hiçbir derin stratejiye sığmıyor.

Üstelik, bölgede kan gövdeyi götürürken ve bundan kurtulmanın yollarının aranması öncelik kazanırken, dönüp dolaşıp, her şeyi Esad’ın yıkılmasına getirip bağlamak, belki de diktatörü daha da güçlü kılıyor.

Artık neredeyse bütün dünya, Türkiye’nin daha doğrusu Davutoğlu’nun “derin” politikasından endişe duyuyor.

Oysa şu sıralarda, IŞİD vahşetini durdurmak, Kobani ahalisini öldürülmekten kurtarmak ve Türkmenlerin can güvenliğini sağlamak öncelikli sorunlar olarak kabul ediliyor.

Sadece, sayıları 2 milyona yaklaşmış olmakla beraber sığınmacıların kabul etmek, sorunu çözmeye yetmiyor.

Uluslararası kurallar ve insani vecibelerin adeta Türkiye’yi mecbur ettiği, bu misafirperverliği, unutulmamalıdır ki, başta Ürdün olmak üzere diğer komşu ülkeler ziyadesiyle yükleniyor.

Ne var ki, Ürdün hiçbir zaman, “illa da Esad devrilmeli” tezini ortaya atıp, hararetle savunmuyor.

Aslında, diktatörün devrilme süreci kendiliğinden devam ediyorsa da, pek kolay olmayacağı sanılıyor.

Zaten, Suriye’de petrol ve gaz olmadığına göre, sadece İsrail’in güvenliği daima gündemde kalıyor.

Nereden bakılırsa bakılsın, temelini ihdas edilmek istenen “Müslüman Kardeşler Kuşağı” ndan alan stratejilerin, en azından çöktüğü ortaya çıkıyor.

Öte yandan, Türkiye’nin Esad’ı bir yana bırakıp “Rojava Kantonu” oluşumuyla ilgilenmesi gerekmiyor mu?

Üç bölgeli Rojava’nın kuruluşuna adeta seyirci kalan Davutoğlu’nun başını ağartabilecek en büyük sorunlar burada yatıyor.

Dikkat edilirse, Suriye’nin Kuzeyi’nde yaşayan Kürtler “ne Esad’la savaş, ne de muhaliflerle ittifak” sloganıyla üçüncü bir yola saparak, krizi bir fırsata çevirmeyi hedefliyor.

Suriye Kürtlerinin, Temmuz 2012’den itibaren “Batı Kürdistan” anlamında “Rojava” diye andıkları bölgede 3 kantonlu bir özerk yönetim tesis ettikleri sanki yeni öğreniliyor.

Bilgiler, derlenip toplandığında; ilerde Irak Kürdistan’ının petrolünü denize ulaşmasını sağlayacağından, ne kadar stratejik olduğu anlaşılan Rojava, her üçü de Türkiye ile sınırı olan 3 özerk bölgeden oluşuyor.

Gerçi, yekpare bir toprak kazanılmıyor.

Batıda, Hatay ve Kilis ile komşu olan ve 400 bin nüfuslu Afrin, Orta bölgede Şanlıurfa’nın karşısına düşen ve halen IŞİD kuşatması altında olan, Kobani Kantonu yer alıyor.

Köylerdeki 200 bin nüfusun büyük bir bölümü, Türkiye’ye göç ediyor.

Mardin ve Şırnak ile komşu olan 1 milyon nüfuslu Cezire Kantonu, şimdilik yerli yerinde duruyor.

Anlaşılıyor ki Davutoğlu yönetimi, sınırımızda kurulan 3 Kürt devletçiğinin yakın gelecekteki konumunu ve baş kaldırışı göremeyecek kadar, derine dalmış bulunuyor.

Yazarın Diğer Yazıları