Kızılbaşlık tartışması (2)
Tartışmayı biliyorsunuz, önceki gün de yazdım. Yunus Emre Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Hayati Develi’nin Osmanlı Türkçesi Grameri 2’de geçen bir cümlede Kızılbaşlık üzerine menfî söz edilmesi...
Bir öğrenci ağdalı Osmanlı Türkçesiyle yazılmış metni tercüme ettiresiymiş de, Kızılbaşlık kötülenesiymiş. Kitabın ilk baskısı 2002. 12 senedir okutulan kitabın o cümlesini, cehalet denizinde yüzen biri daha geçen sene fark etmiş. Yeniçeri’nin Yahudi’nin yakasına yapışıp “Hz. İsa’yı siz öldürdünüz!” diye hesap sorması gibi.
İlimde siyaset aranmamalıdır. Sünnî de o cümlede kötülenebilirdi ve kimsenin de gocunmaya, gücenmeye, kızmaya, sokağa dökülmeye hakkı yoktur. Siyasî anlayış o dönemde çok farklı. Yakında bir Safevî tehlikesi var. İçeride, Safevîlerin dâîleri (propagandistleri) Şiîliği yayıyorlar, bayağı taraftar topluyorlar. Devlet, şöyle veya böyle kendi tedbirini alıyor.
Bir cemevindeyim. Lokma vermişler. Beni de davet ettiler. Sofraya oturduk. “Yemeğimizi yemedi.” denmemesi için, çünkü karşılaştım, bir parça da alsam sofraya otururum. Bir kadın, beni yabancı görmüş olacak ki, davetlisi olduğum kişiye, “Bizden mi?” diye sordu. Beni davet eden nasıl mahçup, nasıl mahçup... Yerin dibine geçti.
Benim, o an sofradan kalkıp gitmem mi lâzımdı! Şu gerçek ki, Alevîler Sünnîlere, “Yezit” derler. O hanım “Yezit mi?” diye de sorabilirdi! Saha araştırmalarımda Sünnîlere “Yezit” diyenlere çok rastladım.
Alevîlik ideoloğu merhum Cemal Şener, benim araştırmalarım sırasında, Sünnî olduğumu açıklamama takılmış ve tenkit etmişti. Hâlbuki, karşımdaki insanı rahatlatmak için kendimin ne olduğunu söylüyorum.
Birbirimizi anlayacağız; yanlışlıklarımızı ortaya koyacağız ama ilmi de katletmeyeceğiz!
Zamanımızda bile Alevîliğe yüklenen anlamla Kızılbaşlığa yüklenen anlam farklıdır.
Uzatmadan meselenin esasına gireceğim. Çünkü tarihî metinler ileride çok karşımıza çıkacak ve sık sık “bed Kızılbaşlık”tan bahsedilecektir. Herhâlde, kütüphanelerdeki bütün yazmaları toplayıp yakmayı düşünemeyiz.
Hayati Develi’yi arayıp, bilmekle beraber, yine “Nedir işin aslı?” diye sorduğumu yazmıştım.
Hayati Develi, neden tartışılan metni kitabına aldı? Başka örnek bulamaz mıydı? Çok kişinin aklında bu olabilir.
Tartışılan metin Selanikî Tarihi’nde geçer:
“Ve Cum’a güni kal’ada (Gence Kalesinde) selâtîn-i Sebüktekin zemânından bakıyye kadîmü’l-binâ, niçe yıllar ma’bed-i ehl-i sünnet ve cemâat olup Kızılbaş-ı bed-âyîn -hazelehumullâhu ilâ yevmi’d-dîn- zemânlarında namâz kılınmayup battâl kalup terk olunmağla harâba müşrif olan musanna’binâ Beytullâh-ı şerîf ki müteferrika ağalara ta’mîri ta’yîn olunmışdı.” (Mehmet İpşirli yayını, s. 208).
(Tercümesi: Cuma günü Gence kalesinde Sebüktekin sultanları (Selçuklular) zamanından kalma eski bina nice yıllar ehlisünnet mabedi iken Safeviler zamanında -Allah onları kıyamete kadar küçük düşürsün- içinde namaz kılınmayıp boş kalmış ve terk edildiğinden bu güzel cami yıkılmaya yüz tutmuş iken tamiri için müteferrika ağalarına görev verilmişti.)
Öyleyse Prof. Dr. Mehmet İpşirli’ye de yüklenelim, niye Mustafa Selanikî’nin (öl. 1599) tarihini yayınladın diye! (Devam edeceğiz.)