Kırım trajedisi ve Sabri Ülker
Eğer merhum Sabri Ülker’in yıllardır “merak” edilen hayat hikâyesi, bugünlerde yayınlanmamış olsaydı; belki de “Kırım” , ara sıra hatırlanan “yitirilen topraklar” arasında, benliğimizde “utançla” yerini koruyacaktı.
Gerçekten de Sabri Ülker’in, Kırım’dan Türkiye’ye uzanan hayat öyküsünde; “muhteşem” başarılar, “trajik” olaylar yer alırken; aslında bir İmparatorluğun zor ve son yılları, bir Cumhuriyetin kazanımları, Kırım gibi bir diyarın “dramı” da yatıyor. Tezgâhtarlıktan, dünya markasına dönüşen süreçte yaşananlara yer verilen eser, aslen Kırımlı olan ailenin, Sovyet Rusya’nın mezalimi nedeniyle İstanbul’a göçmek zorunda kalmasıyla başlıyor.
Zaten şu acı tesadüfe bakın ki siyasi tarihimizde bile, ‘K’ ile başlayan üç “diyar” ; Kırım, Kerkük ve Kıbrıs’ın yürekleri dağlayan bambaşka konumları bulunuyor.
Her şeyden önce, üç ‘K’nın ne yazık ki “gaflet” ve “dalalet” ile “heba” edildiğini kaydetmek gerekiyor.
Çoğu zaman; Kerkük ve Kıbrıs’tan bahsederken, sadece “teselli” duyduğumuz ortada iken Kırım’ı hatırlamak sanki zor ve acı geliyor.
Oysa; Osmanlı’nın, Kırım Hanlığı ile hep “ittifak” ve en önemlisi “irtibat” halinde olduğu hiç unutulmuyor.
Meslektaşımız Hulusi Turgut’un bu günlerde, kitapevleri raflarını değerlendiren “Sabri Ülker’in Hayat Hikâyesi” eserine şöyle bir bakıldığında; Kırım ile ilgili göze çarpanları kısaca tekrarlamak da bize düşüyor:
“Fatih Sultan Mehmet,1453’te İstanbul’u fethinden sonra “Kırım, İstanbul’un kapısıdır” diyerek, bu yarımadayı çok önemsedi.
1475 yılında Osmanlılar, Kırım Hanlığı ile ittifak kurarak, Kefe ve Sudak şehirlerini topraklarına kattı.
Karadeniz “Osmanlı gölü” haline geldi. Kırım askerleri, İmparatorluğun tüm sınır ötesi seferinde görev yaptı.
1768-1774 yılları arasında yaşanan Osmanlı-Rus Savaşı, Kırım Hanlığı’nın sonunu getirdi. Osmanlılar, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım Hanlığı’nın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. 1783 yılında ise Rusya fiili durum yaratıp, Kırım’ı topraklarına kattı.
Kırım’ın Rusya’nın egemenliği altına girmesinden itibaren, yaklaşık 150 yıl boyunca sayıları 2 milyona yaklaşan Kırım Tatarı, Osmanlı Devleti’ne göç etmek mecburiyetinde kaldı. Bu göç dalgalarının en büyüğü ise 1859-1861 yılları arasında yaşandı.
Kırım’dan Osmanlı’ya göçler, imparatorluğun hemen her bölgesine, özellikle bugünkü Türkiye coğrafyasının neredeyse tamamına gerçekleşti. Halen ülkemizin istinasız hemen her köşesinde, küçüklü büyüklü Kırım Tatarı iskân alanları bulunuyor.
1917’de başlayan Bolşevik İhtilali, İmparatorluk düzenini alt üst etti. 1 Eylül 1939’da baş gösteren İkinci Dünya Savaşı’nda ise tüm Rusya, dolayısıyla Kırım büyük ölçüde etkilendi.
Rusya İmparatorluğu’nun XVIII. Yüzyılda Kırım topraklarında başlatmış olduğu Tatar-Müslüman unsurların temizlenmesi hareketi, XX. Yüzyılın ortalarında adeta vahşete dönüştü. Stalin döneminde de genç-ihtiyar, yüz binlerce kişi sürgüne gönderildi.
Kırım Tatarlarının, 18 Mayıs 1944’te başlayan ve Orta Asya’dan Sibirya’ya kadar sürgünleriyle devam eden meşakkatli mücadeleleri, 1990’lı yılların başında mutlu sona ulaştı.”
Ne yazık ki “mutlu son” 2014’ün baharına girerken yine Ruslar tarafından engelleniyordu.
Kırım yine Rusların yönetimine oldu bittilerle geçiyor.
Kırım Türk’ü, şimdi topraklarına kavuşabilmenin “umutsuzluğu” içerisinde, bekleme dönemine yeniden giriyor.
Yeri gelmişken, merhum Sabri Ülker ile “ilk ve tek” röportajın tarafımızdan gerçekleştirildiğini kaydetmek icap ediyor.
Aslında, yıllar yılı Orta Doğu’da krallarla, liderlerle röportaj yapma talihine karizmatik bir “Bisküvi Kralı” da ekleniyordu.
1994’te röportajın nasıl yapıldığını Hulusi Turgut, kitabın 514 ve 515. sayfalarında “Sabri Ülker’i önce, gazeteci Kenan Akın konuşturdu” başlığı altında belirtiyor.
Ne var ki yıllar yılı “bir sır küpü” gibi susmuş Sabri Ülker’in ağzından, yani kaynağından alınan beyanlardan sadece 30 kadar satırla faydalanılması dikkatlerden kaçmıyor.
Biyografide, Ülker Ailesi’nin ve markasının “gizemli” kökleri de anlatılıyor.