Hükümetin sabrına “ya sabır”!

Orta Doğu’yu ve özellikle Türkiye’yi şaşkına çeviren Irak-Şam İslam Devleti’nin daha doğrusu mezhep örgütünün, kimler tarafından desteklendiği bir türlü ortaya çıkmıyor.
En çok, lojistiğini nasıl sağladığı önem kazanıyor.
Özellikle, hangi devletler, rejimler veya örgütler hatta istihbarat birimleri tarafından desteklendiği konusunda çelişkili bilgiler yağıyor.
Dün de belirttiğimiz gibi, büyük bir bilgi kirlenmesi yaşanıyor.
IŞİD’in beklenmedik baskın ve istilaları ile ilgili olarak, çeşitli çarpıcı tahmin ve yorumların ardı arkası kesilmiyor.
Irak’ı üçe bölme dahil çeşitli komplo teorileri üretilmeye devam ediliyor.
Kabul edilir edilmez; El Kaide’nin bir yavrusu olan IŞİD’in başta ABD olmak üzere İsrail, Irak’ın Sünni kesimi, Kürtler, Körfez’deki bazı ülkeler, kabileler, aşiretler, zenginler ve radikal mezhepçi gruplar ile kanlı terör örgütleri tarafından desteklenebileceğini düşünmek gerekiyor.
Hatta, IŞİD’in artık “yer altında” faaliyet gösteren Baas Partisi ile eş güdüm içinde olduğu biliniyor.
Daha doğrusu, aynı zamanda “taşeron” bir terör örgütü kimliğindeki IŞİD zamana ve mekâna göre davranıyor.
Bu arada, soygunlardan ele geçirilen para, ganimetler ve fidyeler örgütün gelirleri arasında yer alıyor.
Böylesine bir tehlikeli mezhepsel örgütle, değil dostluk, kalıcı ilişki bile kurulmaması gereği kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Oysa, Türkiye’nin bu örgütle yakın zamanda ilişkisinden bahsediliyor.
“Destek” gibi tehlikeli durumlar öne sürülüyor.
Aslında, dünyanın en çalkantılı bölgesi Orta Doğu’daki gelişen etnik, dinsel ve mezhep odaklı çatışmaların hep dışında kalıyor.
Türkiye uzun yıllar, büyük devlet olmanın vakarıyla, dengeli politikasıyla, kendisini çatışmaların, dışında tutuyor.
Asla taraf olmuyor.
1980’li yıllardaki uzun süren Irak, İran savaşında dahi Türkiye tarafsızlığını koruyor.
Fakat, AKP’nin iktidara gelmesinden sonra bu geleneksel politika çizgisi kırılıp, rotasından çıkıyor.
CHP Sözcüsü Haluk Koç’un “keskin” tespitlerine katılmamak elden gelmiyor:
“Bölgede gelişen her olaya, her gelişmeye maalesef Türkiye taraf olarak yaklaşmış, daha da ileri giderek mezhep tercihli pozisyon almış, bu çerçevede cüretkâr destekler sunmuş, tavizler sergilemiştir.
Kendisini stratejik derinlik dehası olarak sunan bir Dışişleri Bakanı şu anda Türkiye’de görev yapıyor.
Stratejik derinlik dehası yani bütün stratejisini büyük bir derinlikten çıkartıyor ve bu çapraşık konuları Türkiye’de başına sıkıntı örebilecek şekilde maalesef önümüze getirip koyuyor.
İhvan ekseninde tercihler üzerine politikalarını kurdular ve Türkiye yavaş yavaş bu yörüngeden saparak radikal sapkın terör örgütlerinin hamiliğine kadar sürüklenir hale gelmiştir.
Irak’ta da aynı politikayı izledi. Irak’ta da yine mezhep odaklı bir tercihte bulundu ve orada da merkezi Irak hükümetini dışladı ve farklı tercihlerini devreye soktu.
Özellikle Tuzhurmatu’daki Türkmenlerin can güvenliğinin sağlanması Türkiye için öncelikli bir ödev olarak gözükmektedir.
Diğer yandan önemli bir nokta; Şii olsun, Sünni olsun çatışma bölgesindeki Türkmen nüfusun yoğunluklu olduğu bölgede Türkmenlerin can ve mal güvenliğini tereddüt taşımayacak şekilde Türkiye korumak zorundadır ve bu kararlılığını bu gözü dönmüş çetelere hatırlatmak durumundadır. Kanıtlamak durumundadır.”
Yazının kaleme alındığı saate kadar, Musul’dan her hangi bir iç açıcı bilgi veya haberin gelmemesi hıncımızı daha da artırıyor.
Ne var ki, sinirleri alt üst eden hatta gururumuzu zedeleyen olaylar zincirinin halkaları bir birini hiç tutmuyor.
Her şeyden önce, hükümetin gaflet ve dalaletinden doğup gelişen bu çetrefilli durumun beraberinde veya arkasında neler getireceği-götüreceği endişesini ortadan kaldırmak icap ediyor.
Beklenen en stratejik gelişme, Irak’ın üçe bölünmesiyle tahmin edilirken bizim için önemli olan, rehin tutulan vatandaşlarımızın özgürlüğüne kavuşması gösteriliyor.
Artık, hükümetin “sabır” politikasına “ya sabır” demekten, milletimiz bedbinleşmiş bulunuyor.

Yazarın Diğer Yazıları