Erdoğan’ın itirafı ve tarihi çarpıtması!
Tayyip Erdoğan, “Bir gizli yapı sinsice TÜBİTAK’ın içinde büyüdü, adeta bir ur gibi gizlice bünyeyi sardı, bünyeye hâkim oldu ve başka gayelere hizmet etmeye başladı. Bilim üretmesini, bilimi teşvik etmesini beklediğimiz TÜBİTAK, kendi ülkesinin cumhurbaşkanını, başbakanını, genelkurmay başkanını, bakanlarını dinlemek gibi uluslararası istihbarat servislerine hizmet vermek gibi haince bir planın ne yazık ki zemini oldu” dedi!
O gizli yapı sadece TÜBİTAK’ı değil, devletin bütün kadrolarını sarar ve ur gibi büyürken başbakan kimdi?
Erdoğan’ın, 12 yıldır elleriyle besleyip büyüttüğü, solar iken dirilttiği, “ne istediniz de vermedik” diye sitem ettiği bir yapıdan şikâyetçi olmaya hakkı yoktur. İtiraf, kendisini siyasi ve hukuki sorumluluktan kurtarmaz. Yabancı istihbarat servislerine hizmet etmişlerse, bunun sorumlusu da kendisidir.
***
Erdoğan “Bizlere yalan söyleyen bir tarih öğrettiler” derken gençliğinde kanaat önderi olarak gördüğü Mustafa Müftüoğlu’nun “Yalan söyleyen tarih utansın” söyleminin veya Kadir Mısıroğlu’nun bakış açısının bilinçaltında nasıl bir tahribat meydana getirdiğini sergilemiş oldu! Erdoğan, bir an önce bu zihniyetin etkilerinden kurtulmalıdır.
Erdoğan yine, “En büyük sıkıntılardan birini de maalesef dilde yaşadık. Bizim bilime son derece müsait dilimiz varken, bir gece yattık sabah kalktık baktık ki o dil yok. İşte şimdi yabancı dillerle bilim öğrenen ve öğreten bir ülke derecesine getirildik. Binlerce kelime ve kavram unutuldu. Kelime ve kavram üretmeye elverişli olan dil yapısı adeta törpülendi” diye konuştu!
Yabancı dilde öğretim elbette yanlıştır ama Erdoğan’ın diğer sözleri, tarihi çarpıtmaktan ibarettir. Türkler bilim üretmekten geri kaldıysa bunun sebebi, bilim üretecek kadroların kendi ana dillerinde eğitim ve öğretim görmemeleriydi. Nasıl bugün İngilizce öğretim görerek bilim üretmek mümkün değilse, Türkçeyi Arapça ve Farsça gramer kuralları ve kelimeleriyle doldurarak bilim üretmek de mümkün değildi.
***
Bu meseleyi 1993 yılında incelemiştim. Bir özet vereyim:
Osmanlı’da bilimin sükût etmesinin başlıca sebeplerinden biri, dilin bozulmasıdır. Osmanlıca o hale gelmişti ki o günün aydınları için de anlaşılmazdı. Halk, bu dili konuşmadı, öğrenmedi, anlamadı. Anlamayınca, düşünce durdu, yeni dahiler yetişmedi. Aklın şifresi olan dil yok edilmişti. Türkçe, dolayısıyla Türk aklı yok edilmişti. İlim dili Arapça, edebiyat dili Farsça idi. Halk, nasıl aydınlanacak ve gelişmeleri nasıl takip edecekti? Alfabe ve dil değişimi yüzünden cahil durumuna düşen insanlar arasından, yüzde kaç oranında dahi çıkabilirdi? Buna rağmen, Türk varlığı devam ediyorsa, bunun sebebi, Türk dehası demek olan Türkçenin, bütün bu olumsuzluklara rağmen halk arasında, saz ve sözle yaşatılmasıdır. Türk dehası, bu dönemde tarihin en büyük şairlerini yetiştirmiştir. Karacaoğlan, Türkçe’nin en büyük şairidir, Fuzuli ise Osmanlıca’nın... Karacaoğlan, doğal dilin temsilcisiydi, onun için yaşıyor. Fuzuli’nin büyüklüğünün farkına ise sadece Osmanlıca bilenler varabiliyor. Bu, Türk dehası adına büyük bir kayıp değil midir?
***
Türklerin dehası, Türkçe’dir. Türk dünyası, ortak bir Türkçe’de buluştuğu zaman, Türklüğün yeni medeniyeti, ufuklardan bir güneş gibi doğacaktır.
Hıristiyan ülkelerde de yüzyıllarca Latince taassubu hâkim olmuş, Latince kullanmak dindarlık sanılmıştır. Arapça kullanmak da Türkiye’de hâlâ dindarlık sanılıyor!
Atatürk, dil devrimiyle, bu taassubu yıkarken, geometride kullanılan Arapça kelimeler karşılığında Türkçe kelimeleri bizzat üreterek, yeni nesillerin bilimsel düşünceyi kavramasına da katkıda bulunmuştur. Zihniyeti küçük yaştan bozulanlar işte bunu anlayamıyor!