Ekonomi ve insan

Ekonomik, sosyal ve siyasi politikaların nihai hedefi insan refahıdır. İnsanlık tarihinde bu politikalar zaman zaman toplumun değil, bir ideolojinin, bir grubun veya bir kişinin projesi olarak yeşermiş ve ortam bulmuştur.

Geçmişte aşırı ideolojiler olarak faşizm, Hitler, Mussolini gibi diktatörler yarattı, komünizm gibi tek parti diktası ve Stalin gibi zalimler yarattı. Bugün İslam olmayan dünyada şovenizm, İslam dünyasında ise Siyasi İslam, iktidara ulaşmanın bir aracı olarak kullanılıyor.

Avrupa'da şovenizm ortam bulabiliyor, ABD'de Donald Trump seçilebiliyor...

Bu yeni konjonktür İslam ülkelerine Siyasi İslam olarak yansımıştır. Bizde ise Siyasi İslam'ın insana zarar vermeye başlayan boyutlarını, dünkü Hürriyet'te eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu içtenlikle açıklamıştır.

Dünyadaki bu gidişat, birçok ülkede siyasi haklar, demokratik özgürlükler ve hukukun üstünlüğünün yolunu kesmiştir. Bu haklarda gerileme yaşanmaktadır. Özgürlüklerin sınırlı olduğu bir ülkede insanların mutluluğundan ve refahtan bahsedilemez.

Başka bir ifade ile ekonomi ve insan refahının analizi ancak ve ancak insan hakları ve demokratik özgürlükler ile ve hukukun üstünlüğünün olduğu varsayımı altında geçerlidir.

Geçmişte, bütün iktisatçılar insan refahı için ekonomiyi ön planda tutmuştur. Bugün aynı şeyi söylemek imkanı yoktur.

Söz gelimi, Adam Smith, 1723-1790 yılları arasında yaşamış İskoçyalı Ahlak Felsefesi Profesörüdür. Ekonominin de babası sayılmaktadır.

1776 yılında yayınladığı "Milletlerin Zenginliği" kitabında, "Doğal hürriyet sisteminde her insan kendi menfaatini izlerken, kendi istemese de toplumun menfaatini sağlamaktadır" diyerek insanı ön plana çıkarmıştır.

Özetle, iktisatta ilk defa tam rekabet şartları altında ekonomide mevcut kaynakların en etkin şekilde dağılabileceğini analiz etmiştir.

Adam Smith ve kendinden sonra gelen, klasik ve neo klasik iktisatçıların savunduğu "özel gelişim ekonomisi" tam istihdam sağlamada yetersiz kalmış ve '1930-1932 Dünya Ekonomik Krizi'nin de ortaya çıkardığı sıkıntılardan sonra, hemen hemen her ülkede Keynesgil politikalar devreye girmiştir..

İngiliz olan John Maynard Keynes, (1883-1946) işsizliğin önlenmesi için devletin devreye girmesini ve "pozitif maliye ve para politikalarının uygulanması"nı tavsiye etti. Ancak ilk adımı tam istihdam yani işsizliğin çözümü oluşturmuştur.

Karl Marx da, (1818-1883) büyüme modeli olan emek-değer teorisinde emeği ön plana çıkararak, ilk sıraya insan faktörünü koymuştur.

Özet olarak, hangi sosyo-ekonomik sistem olursa olsun, hangi yaklaşım olursa olsun, hedef insanın ve toplumun refahı için düşünülmüş ve geliştirilmiştir.

Başka bir ifade ile iktisat teorileri ve sistemler arasında uçurum olsa bile, hepsinde hedef ya doğrudan veya dolaylı yoldan insan refahıdır.

Uygulamada bu teoriler veya bu sistemler yozlaştığında, insan ve toplum yerine belirli kesimlere, örneğin yalnızca sermaye kesimine veya yalnızca bürokrata veya yalnızca işçi sınıfına, yalnızca bir diktatöre veya siyasi oligarşiye hizmet eder duruma geldiğinde, sistem kendini yok etmiştir.

Şimdi yaşamakta olduğumuz şovenist eğilimler ve din popülizmi de kendi kendini yok edecektir. Ancak bu süreçte insanlık zarar görecektir.

Ayrıca artık insan hakları ve demokrasiyi işin içine katmadan, yalnızca iktisat politikalarını iyileştirerek insanları mutlu edemeyiz, insan refahını sağlayamayız.

Yazarın Diğer Yazıları