Başbuğ’un uyarısı!
TSK’nın 25’inci Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Kaynak Yayınları arasında çıkan “Nasıl bir Türkiye”kitabında Atatürk’ün 1922 yılında not defterine yazdığı bir cümleyi hatırlatıyor:
“Bir milletin felaket içinde kalması, bir devletin yok olması tehlikesi, toplumsal, ahlaki hastalık neticesidir.”
Başbuğ, bu noktadan hareketle ahlâkın çok farklı bir tanımını yapıyor:
“Ahlaklı kişi ne demektir? Bu soruya şöyle cevap verilebilir:
Eyleminin bilincinde olan, farklı seçenekleri düşünüp tartışan, ortaya çıkan sonucu kestiren ve sonuçları üstlenen kişidir.
Bu tanımda, düşünme, tartışma ve sonuçları üstlenme yer almaktadır. Elbette bütün bu faaliyetler bilinçli olarak yapılmalıdır. Bu tanımda sorumluluk vardır.
Toplum olarak şu soruyu kendimize sormalıyız: Bugün davranışlarımızda ahlak ve etik düşünceler mi yoksa çıkar düşünceleri mi hâkim olmalıdır?”
***
Mesele şu ki davranışlarında sadece kendi çıkarlarını esas alanlar, en ahlaki davranışın bu olduğunu zannetmektedir. Üstelik en ahlaklı insanın kendileri olduğu iddiasındadırlar. Başkalarının hakkına el koyduklarında da kendi haklarını savunduklarını düşünmektedirler. Vicdan muhasebesi yapmaları bu sebeple mümkün değildir.
Nitekim Başbuğ da Prof. Dr. Ahmet Mumcu’nun “Ahlakın pedagojik açıdan öğretilmesi imkânsızdır. Öğrenciye sadece toplumun benimsediği ahlak kuralları ezberletilebilir” sözlerini hatırlatarak, ahlakın felsefe dersleri içinde daha uygun şekilde incelenebileceğini belirtiyor.
***
Konu, büyük ölçüde göçebelik kültürü ile ilgilidir. Yerleşik kültüre sahip olanların daha yüksek ahlaka sahip olduğunu söylemek istemiyorum. Üstelik çürüme, “şehir” de başlar. Fakat göçebe kültür kodlarına sahip insanlar, belli disiplinlerden kopmuş veya sahip oldukları köy-kasaba kültürünü olduğu gibi bırakıp, her türlü toplumsal kontrol mekanizmasından kendilerini soyutlayarak davranışlarına yön veriyor veya kendileri olmasa bile ikinci kuşakları, özellikle büyük şehrin girdaplarında boğuluyorsa, onlardan eylemlerinin bilincinde olmalarını, farklı seçenekleri düşünüp tartışmalarını, ortaya çıkacak sonucu kestirmelerini ve sonuçları üstlenmelerini bekleyemezsiniz...
Türkiye, halen oturmuş bir ülke değildir. İç göç devam etmektedir. Buna bir de dışarıdan gelen göçler eklenmiştir.
Ortaya çıkan nesil, “Çalayiler ama namaz de kılayiler” diyebilir veya her konuyu, “Benim cebime bir şey girdi mi?” diye değerlendirebilir. Uyuşturucudan elde ettiği parayla hacca gidebilir. Öldürdüğü adamı çöplüğe atarken cesedin üzerindeki cevşeni “günahtır” diye alıp muhafaza edebilir. Aç insanın dini bu kadar olur!
Değerlerinden tam kopmamıştır ama zihinsel bir parçalanmaya uğramıştır. Hastadır. Böyle insanların oranının arttığı cemiyet de hastadır. Dolayısıyla Atatürk’ün notunda olduğu gibi milletin böyle bir felaket içinde kalması devleti yok olma tehlikesine götürür.
Bugün yaşadığımız ve akıl almaz bulduğumuz siyasi, sosyal olayların ana sebebi bu şekilde açıklanabilir. Yolsuzluğa “caizdir” fetvası veren din adamlarının bulunduğu bir çağda yaşıyoruz!
***
Peki çözüm yok mudur? Çözüm, psikiyatride kullanılan, hastayı hipnozla geçmişe götürme yönteminde olduğu gibi toplumu, kendi öz kültürüne, tarih bilincine, millet bilincine ve mensup olduğu dinin “güzel ahlak” disiplinine sahip kılmaktır.
Dünyanın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlar buna da izin vermez tabii ki... Üstelik evrensel bir ağ durumuna gelmiş internet, medyanın her çeşidi ve müzik endüstrisi, zaten bütün dünyada ahlakı yıkmak için de kullanılmaktadır.
Meselenin farkına varan herkesin veya her kurumun, aynı araçları, milli ve dini ahlak oluşturmak için kullanması yaraya biraz merhem olabilir.
Asıl çözüm ise kökünü maziden alan yeni bir şehir ve yeni bir mahalle kültürü oluşturmaktır ki bunu sağlayacak olan da şehirleri ve yaşadığımız evleri planlayan mimarlardır.