Bandırma Vapuru "100 yıl" sonra batacak mı?..
Yaşamın her alanında insanı doğrulara götüren, hakkı asıl sahibine teslim eden etkili ve ahlaklı yol-yöntem bellidir aslında;
Çok önemli olayları, yaşandığı "koşul"ları göz önünde bulundurarak, doğru şekilde analiz edebilmek...
Hiç kuşkusuz sarsıcı ve de hayranlık uyandıran kimi dönemlere ilişkin gerçekleri, koşul-dönem ikilemine dayanarak analiz edemeyenler sosyal-siyasal-ekonomik açıdan kesinlikle ve hiçbir zaman doğru sonuçlara ulaşamazlar...
Zaten ideolojik düşmanlığı doğruları infaz etmekte kullanan sözde "aydın" tavrının, gerçekleri ise yalan ve öfkeyle tersyüz etmesinden çıksa çıksa, kronik bir hastalık çıkar ki, "Allah şifa versin" demekten başka bir şey de gelmez elden!..
İşte bu topraklarda, yaşandığı koşullar içinde değerlendirilemeyen ve de düşmanlığa, kıskançlığa, rövanş hastalığına kurban edilmeye çalışılan bir önemli süreç var ki, karşı devrimcilerle çatışması neredeyse 100 yıldır devam ediyor...
Liboşundan döneğine, sahte solcusundan iş birlikçisine kadar, düşman kesimin gerçekleri ısrarla tersine çevirmeye çalıştıkları en önemli dönem, "kurtuluş"un ve cumhuriyetin kuruluş aşamalarıdır...
Tarihin görüp göreceği en büyük askeri ve siyasi dehalardan biri olan Atatürk vardır bu aşamaların en önünde ve en ilerisinde...
Ancak saltanattan cumhuriyete, gericilikten aydınlamaya, müritten bireye ulaşan çok kapsamlı, çok anlamlı ve çok etkili değişim-dönüşüm-gelişim süreci neredeyse 100 yıldır bağnazların taarruzu altında...
Ve de o süreç, hastalıklı kafalar tarafından ısrarla ve düşmanca gözardı edilmek isteniyor ki, tarih bile sayfa sayfa utanıyor "gaflet, dalalet ve hatta hıyanet" yaklaşımından...
***
Umuda giden cesaret yolu...
Hiç kuşkusuz; düşmanlar da çatlasın-patlasın ki, cumhuriyete giden yol 19 Mayıs'ın umut güzergahından geçiyor...
İşte meşakkatli ve de cesaret taşlarıyla döşenmiş; eski bir vapurun ise hırçın dalgaları aşarak ilerlediği o yol, yıllardır Yunan hayranı sahte tarihçilerle karşı devrimci bağnazların saldırısı altında inliyor...
Oysa Birinci Dünya Savaşı'nın geride sefalet, açlık ve yoksulluk bıraktığı bir dönemde, süpürge tohumundan yapılmış ekmek yiyerek ayakta kalan bir kuşak da, cesaret ve güç vermişti 19 Mayıs'a giden yola...
Hem de 11 milyonluk ülkede, neredeyse 3 milyon insanın can verdiği savaşların ardından açılmıştı o "umut" yolu...
Ve de ezici çoğunluğu köylerde yaşayan, cehalet-yoksulluk çıkmazındaki Osmanlı toplumu, "kurtuluş"a giden meşalenin yakıldığı süreçte tamamen bozgun ve tahribat altındaydı...
Yaşamın tüm çağdaş olanaklarından yoksun, nüfusun ancak yüzde 9'unun okuma yazma bildiği bir coğrafyada, savaş yorgunu bir insan topluluğu tüm umutlarını yitirmiş ve çaresiz halde bekliyordu...
Yani Atatürk'ün elindeki meşalenin tüm Anadolu'yu aydınlatmaya çalıştığı o karanlık dönem tıpkı, "Dolaştım mülk-ü islamı, bütün viraneler gördüm" mısralarında anlatıldığı gibiydi!..
Çünkü itilaf güçleri 13 Kasım 1918'de İstanbul'a girdiğinde, Fransız, İtalyan ve İngiliz askerlerine direnecek ne bir ordu vardı, ne de dirayetli bir devlet yönetimi...
***
"Geldikleri gibi giderler..."
İşte Gazi Mustafa Kemal böylesine bir yıkım, umutsuzluk, tahribat ve işgal ortamında, büyük bir "kurtuluş" umudu olarak ortaya çıkmıştı...
Mütareke'nin imzalanmasından sonra İstanbul'a çağrılan Mustafa Kemal'i karşılayan Cevat Abbas, kentin içinde bulunduğu vahim ortamı şöyle anlatmıştı;
"Şehir çok acıklı bir durumdaydı... İstanbul, düşman donanmalarının limana girmeleri nedeniyle yıkımın yasını tutuyor, buna Mustafa Kemal'i de ortak ediyordu. Mustafa Kemal'in ince dudaklarından 'geldikleri gibi giderler' cümlesini işitince, Mütareke'nin doğurduğu derin ve hüzünlü umutsuzluğu unutmuştum..."
Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1919'a kadar İstanbul'da kalmış ve "kurtuluş" hareketinin Anadolu'dan başlatılmasına karar vermişi... Zorlu bir yolculuğun ardından, Samsun'a çıkan ve kurtuluşa giden mücadeleden başarıyla çıkan Gazi, 19 Mayıs öncesini ise şöyle anlatmıştı;
"... Osmanlı Devleti'nin içinde yer aldığı topluluk savaşta yenilmiş, şartları ağır bir Mütareke imzalamış. Savaşın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Millet ve ülkeyi savaşa sürükleyenler kendi hayatlarının kaygısına düşerek yurttan kaçmışlar padişah ve halife olan Vahdettin soysuzlaşmış kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça önlemler araştırmakta... Damat Ferit Hükümeti güçsüz, onursuz, korkak yalnız padişahın isteğine bağımlı, onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş... Ordunun elinden silahları alınmış ve alınmakta."
***
Aydınlanma'nın sönmeyen feneri...
19 Mayıs tarihinin günümüze ulaşan sosyal ve siyasal sonuçları, cumhuriyetle ezeli düşmanlığı olan karşı devrimci güruh ile iş birlikçilerinin suratına inen bir şamar gibidir aslında!.. Hem de izleri 100 yıldır çıkmayan, sarsıcı ve çok düşündürücü bir şamar...
Liboşundan gericisine, iş birlikçisinden satılmışına kadar, 19 Mayıs'ı "yaşandığı koşul"ları göz önünde bulundurmadan analiz etmeye kalkışanlar nasıl 100 yıldır kronik bir hastalıktan muzdarip şekilde çırpınıyorlarsa, yarınlarda da elbette çırpınmaya devam edecekler...
İşte bu yüzden ulusal bayramlar ne kadar engellenmeye çalışılırsa çalışılsın, illa ki "19 Mayıs" ruhu hep yaşatılmalı, hep hissedilmeli ve gelecek kuşaklara da her zaman anlatabilecek bir siyasal iktidar yaratılabilmelidir...
Ve tam da bu sırada, akıllara gelen asıl sorunun üzerinde de düşünülmelidir;
19 Mayıs'ın gelecek seneki 100. yılında da, iktidarda yine AKP mi olacak?.. 19 Mayıs da, tıpkı 100. yılında sıradan bir anmayla geçiştirilen Çanakkale Zaferi gibi önemsiz ve umursanmayan bir sıradanlıkla perde gerisine mi atılacak?..
19 Mayıs zaferi, hem de 100. yılında; liderine, kadrolarına ve Millî Mücadele şehitlerine şan olacak biçimde, üstelik de tarihte görülmemiş etkinliklerle kutlanmalı ki, "kurtuluş"un asalet bayrağı daha da şanlı ve coşkulu biçimde dalgalanabilsin...
Velhasıl 24 Haziran'da seçim var... Sıradan bir vekil seçimi ya da "başkanlık" hevesinin yaşama geçirilme mücadelesi değil bu tarih...
Tam aksine bu seçim 19 Mayıs ruhunun yaşaması için, 19 Mayıs kadar önemli ve esaretten çıkış kadar da yaşamsaldır...
Evet; "Aydınlanma"nın vapuru 100 yıl sonra batırılacak mı, yoksa karanlığı yırta yırta, yol gösteren feneriyle ebediyete kadar ilerleyecek mi?.. Karar hepimizin!..