Afganî 'Türkçü' müydü?
II. Abdülhamit'in itibar ettiği bir şeyh vardı... Cemaleddin-i Afganî (1838-1897).
Afganî çok tartışılmıştır. Kimi Afgan, kimi Fars, kimi Türk dedi; kimi Şiî, kimi Sünnî... Kimi "Hâlis Müslüman" saydı, kimi de "tekfîr" etti.
Hindistan'dan Osmanlı sahasına kadar bütün Müslüman ülkelerde tesiri bariz görüldüğüne göre cerbezeli bir adam. Sadece umut aşılamak yetmiyor, kişilikle de baskın olmak lâzım.
Yusuf Akçura (1876-1935)'nın Türk Yurdu dergisinin ilâvesi olarak hazırladığı Türk Yılı 1928'de, bizzat yazdığı "Türkçülük" bölümünde Afganî'ye ayrı bir bahis açmıştır.
Afganî Türkiye'ye iki defa geliyor. (Türkiye deyince Osmanlıcılık saplantısı olanlar gocunmasınlar. Oldum olası Osmanlı sahası "Türkiye" diye anılagelmiştir.) Birincisinde Abdülaziz'in, ikincisinde Abdülhamit'in daveti üzerine ülkemizi "teşrif" etmişlerdir! Bir yerde fazla kalmayan, Avrupa da dâhil ülke ülke dolaşan Afganî, İstanbul'dan çıkmamış/çıkamamış, Abdülhamit'in kendisine tahsis ettiği konakta hayatını yitirmiş, Maçka Mezarlığı'nda toprağa verilmiş, 1944'te na'şı Kabil'e taşınmıştır. Tereddütle "çıkamamış" demem şundan: Abdülhamit, onun esas gayesinin "ittihad-ı İslâm" (İslâm birliği) olduğunun farkındaydı. Madem Hindistan'da, İran'da, Mısır'da ağzına bakıyorlar, dünyayı sömüren İngilizler ondan tırsıyorlar... Bir şeyler yaparız fikriyle, Afganî'yi buyur ediyor. Ama Afganî ne yapıyor? Âlimleri, fikir adamlarını etrafına topluyor, meşrutî bir idareden, ıslahattan falan bahsediyor. O ki; gayesi için "mubah" yollar aramış, sekiz sene kaldığı Mısır'da İskoç Mason Locası'na girmiş, loca yönetimiyle anlaşamayınca, kendisi bir mason locası kurmuş. Ne kadar mason, o zaman için masonluktan ne anlaşılıyor, bilemiyoruz. Sonra İttihat ve Terakkî'nin başlangıçta gizli toplantıları için, jurnalcilerin ulaşamayacaklarını düşündükleri mason localarını tercih etmeleri gibi bir şey mi?
Abdülhamit kendi zaviyesinden şüphe etmekte haklı. Yusuf Akçura, Afganî için: "Bu meşhur şeyh, 'bütün âlem-i İslâmın yaşayabilmesi için, Müslüman milliyetlerin, millî şuura sahip olmaları lüzumuna kaildir'. Afganî, İslâm âleminin her tarafına düşünceleriyle, sözleriyle, işleriyle çok bereketli tohumlar saçmış ve Garp Türklüğünde olduğu gibi Şimâl Türklüğünde dahi milliyet fikrinin inkişafına hizmet etmiştir." der.
Yine Akçura'nın yazdığına göre; Afganî sohbetlerine katılanlara kendisinin aslen Türk olduğunu söylemiştir. Akçura, burada farklı bir noktaya işaret eder:
"Aslen Afgan, Fars, Türk veya Arap olması câizdir. Yalnız şu muhakkaktır ki Cemaleddin-i Afganî, Arapça, Farsça ve Türkçeyi iyi konuşuyordu. Eserlerinin çoğunu Farsça ve Arapça yazmıştır. Âlem-i İslâmın her tarafında dolaşarak ders, mev'ize ve risale hâlinde fikirlerini neşir ve telkin eden, Şarkla alâkadar Avrupa büyük devletlerinin merkezlerinde fikirlerini kabul ettirmeye ve bazı siyasî kombinezonlar yapmaya uğraşan bu göçebe hakîm ve siyasîyi filan veya falan kavimdendir demeye, bence lüzum yoktur. Garplıların 'Un grand Européen' dedikleri gibi biz de Şeyh Cemaleddin'e 'büyük bir Müslüman' veya 'büyük bir Şarklı' deyip geçebiliriz."
Afganî'nin "müridi" bir "Türkçü" şairimizden bahsedecektim. O şairimiz Mehmet Emin Yurdakul (1869-1944)'dur. Yarına kaldı.
(Özür: Dün, "Abdülhamit'in 100. doğum yılı" demişim. Bildiğiniz gibi ölüm yıldönümü.)