AB Değerleri ve Teslimiyet(!)
Haber şöyle: "Avrupa Parlamentosu (AP), Türkiye vatandaşlarına vize muafiyeti verilmesini Ankara'nın Rum kesimini 'Kıbrıs Cumhuriyeti' olarak tanıması şartına bağladı. Böylece Kıbrıs'ın tanınması fiilen kriter haline geldi."
Bu haberi okuyanlar, "AP kararları bağlayıcı değil ki" diyerek rahatlayabilirler. Ama kazın ayağı öyle değil. Zira, 3 Ekim 2005 tarihli "Türkiye İçin Müzakere Çerçeve Belgesi-MÇB" AP kararlarının bağlayıcı olduğunu söylüyor. Hatta; genelgeler, iç ve dış yazışmalar, beyanatlar, açıklamalar gibi bütün AB belgeleri için aynı ifade kullanılıyor. Türkiye için "zıvanadan çıkmış" bu tür hukuk ve ahlak dışı kararlara, "müzakerelere başlama" uğruna "eyvallah" denildi. Kamuoyuna da büyük bir başarı diye sunuldu.
Acaba neden? Bilgisizlikten mi? Sanmıyoruz. Gördüğümüz kadarıyla, "Batı değerlerine!" teslimiyetin "faziletlerinden!" yararlanmak peşine düşüldü. İçeride ve dışarıda yapılacaklar, özel gündemleri için çok önemli bir manivelaydı. Brüksel "şefaat" kaynağı gibi görüldü. Bugünlere gelindi. Saç saça, baş başa birbirimize girdik, fakat değişen fazlaca da bir şey yoktu.
AB'ye gelince, 60 yılda inşa ettiği ortaklığı, Türkiye müzakerelere başlıyor diye, yerle bir etti. Utanmadı. MÇB, Türkler için Majino hattı gibiydi, ama kendi değerlerini de buharlaştırdı. AB müktesebatı, hukuk, demokrasi, insan hakları nerede kaldı. Hani siz bunların savunucusuydunuz?
Rumların AB üyeliği
Bilindiği gibi AB, Aralık 1999 Helsinki Zirvesinde, Türkiye'ye adaylık statüsü verdi. Zirve kararında, herhangi bir siyasi otoriteden bahsedilmeden, hep "Kıbrıs" ifadesi geçiyordu. Ama kastedilen "Kıbrıs Cumhuriyeti" idi; adanın bütünüyle AB üyesi yapılacağı açıklanıyordu. AB Dönem Başkanı Lipponen, Türkiye'yi yatıştırmak için, Başbakan Ecevit'e alelacele bir mektup göndererek "Türkiye'nin müzakere tarihi almasının önünde Kıbrıs, siyasi bir kriter olmayacaktır" diyordu. 10 Aralık 1999'da konuyu görüşen Bakanlar Kurulu'nda; "Lipponen mektubu AB'yi bağlamaz, çünkü hukuken AB'yi temsil yetkisi yoktur; ayrıca Zirve kararında böyle bir husus da yer almıyor" görüşünü savunduk. Ama kabul ettiremedik. Yine, "Kıbrıs konusunun adaylığımızla ilgisi yoktur. Belgeden çıkarılmalıdır. Aksi halde Rum kesimi, adanın bütününü temsilen AB üyesi olacaktır. Bu ise, Kıbrıs'ın kaybı demektir" şeklindeki açıklamalarımıza rağmen Helsinki Zirve kararı aynen kabul edildi. (Bu konuya dair geniş açıklamamızı, 2002 yılında yayımlanan "Avrupa Birliği Bitmeyen Yol" kitabımızda bulabilirsiniz.)
1960'ta Londra ve Zürih Anlaşmalarıyla Türk-Rum ortaklığına dayalı Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. İki yıl dolmadan Devlet Başkanı papaz Makarios Türkleri tasfiye etmeye, kanlı katliamlarla yok etmeye başladı. 1963-1974 arasında 11 yıl süren bu etnik temizliğe rağmen Batı, AB-ABD katliamcıların yanında, mağdur Türklerin karşısında yer aldı. 1974'te Türkiye adaya müdahale etti, Türkleri yok olmaktan kurtardı. Rum kesimini, antlaşmalara aykırı olarak AB, hukuku tanımadı üye yaptı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine de "Korsan devlet" dedi, muhatap almadı. Adada, masum ve mağdur Türkleri korumaya çalışan Türkiye'yi ortak yapacağız dediler, yalanın, hilenin, entrikanın alasını uyguladılar, uyguluyorlar. Belki de, Türkiye yine de uyanmaz hesabı ile...
Batı karşısında kendimizi aldatan ve ağır kayıplara yol açan örnekler tarihimizde çok. Saflığımız, bilgisizliğimiz veya tarih şuurundan yoksun oluşumuz, bazen de kötü niyetlilerimiz yüzünden, oyuna gelmekten bir türlü kurtulamıyoruz. AB veya Batı, adına ne dersek diyelim, hukuk, demokrasi, özgürlükler, insan hakları gibi değerlere sahiptir. Ancak bütün bunlar kendileri için geçerlidir; başkaları için değil. Özellikle, Türkler ve Müslümanlar için hiç değil. Bilemediğimiz, bilsek de umursamadığımız husus budur.
Gündemle ilgili olarak yukarda bahsi geçen iki örneğin üzerinde durmalıyız. Adamlar, asırlardır dünyanın kanını emdi, Afrika, Asya, Latin Amerika, her yeri sömürdü; gelişti. Sonra, aralarında insanlığın felaketi denilen iki dünya savaşını yaptı. Bu büyük yıkımın arkasından 1951'den başlayarak 28 ülke ortaklık kurdu, AB oldu. Yani dünyanın ikinci veya üçüncü gücünü oluşturdu. İhtilafları, sahip oldukları değerler çerçevesinde, ilimle, akılla ve müzakere ile çözüyorlar. Ama "ötekiler" dendiğinde, insanlık dışı ne varsa hepsini uyguladılar, uyguluyorlar. İşte, bölücü terör örgütlerinin destekçileri, işte 2003'te işgal edilen Irak ve Suriye'nin hali, ibret dolu. Tabii ders alanlar için.
Bu anlatılanları, elbette herkes biliyor. Ama gereğini yapmıyor. Bizce sebebi, kimlik bunalımına düşmüş olmasıdır. Kimliği zayıflayan bir kişi veya millet, pusulasız gemiye benzer. Hedefini kaybetmiştir. Dostu düşmanı ayıramaz. Sorumlusunu arıyorsunuz? Söyleyelim. Ziya Gökalp, Osmanlı'nın son döneminde Türk Milleti çok zayıfladı, millet olmaktan çıkıp kavim haline düştü. Cumhuriyet onu yeniden kendine döndürmek, millet yapmaktır, diyor.
Cumhuriyetin ilk dönemi sonrasında, tekrar Osmanlı'nın son dönemine benzemeye başladık. Osmanlı'da Türk nüfus yüzde 30'larda idi, hepimiz Türk Milletiyiz. Demek ki, arıza, kimlik kaybı bu dönemin mahsulüdür. 85 milyon, kendimize dönmenin yolunu bulmak zorundayız.